Nar Evi. Оскар Уайльд
size ne?”
“Zenginler ve fakirler kardeş değiller mi?” diye sordu Genç Kral.
“Evet.” diye cevap verdi adam. “Ve zengin kardeşin adı Kabil’dir.”
Genç Kral’ın gözleri doldu. İnsanların homurtuları arasından geçerek uzaklaştı. Genç uşak korkarak onu yalnız bıraktı.
Katedralin büyük kapısına ulaştığında askerler teberlerini uzatıp şöyle dediler:
“Burada ne ararsın? Bu kapıdan kraldan başka kimse geçemez.”
Kralın yüzü öfkeyle kızardı ve onlara şöyle dedi: “Ben kralım!” dedi ve teberleri itip içeri girdi.
Yaşlı Piskopos onun çoban kıyafetleriyle geldiğini görünce hayretle yerinden kalkıp onu karşılamaya gitti. Ona, “Evladım, bu bir krala yakışır kıyafet mi? Peki seni hangi taçla kral ilan edeyim, eline hangi asayı vereyim. Bu senin için neşe dolu bir gün olmalı aşağılanma günü değil.”
“Neşe, Keder’in diktiği giysiler giyer mi?” diye sordu Genç Kral ve ona gördüğü üç rüyayı anlattı.
Rüyaları duyan Piskopos kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
“Evladım ben yaşlı bir adamım ve ömrümün sonbaharındayım. Bu dünyada çok kötü şeylerin yapıldığını bilirim. Vahşi soyguncular dağlardan inip küçük çocukları kaçırır ve Mağribîlere satarlar. Aslanlar kervanları bekleyip develere saldırırlar. Yaban domuzu vadideki mısırları söker ve tilkiler tepedeki üzümleri çiğner. Korsanlar kıyıda balıkçıların teknelerini yakıp ağlarını alırlar ellerinden. Tuzlu bataklıklarda cüzzamlılar yaşar ve sazlardan yapılma evleri vardır. Kimse yanlarına yaklaşmaz. Dilenciler şehirde dolanıp yemeklerini köpekleriyle yer. Bu şeyleri engelleyebilir misin? Cüzzamlıyı yatağına, dilenciyi sofrana alır mısın? Aslan dediğini yapar yaban domuzu emrine uyar mı? Sefaletin yaratıcısı senden daha fazla hikmet sahibi değil mi? Bu sebepten yaptığını takdir etmiyorum ve sarayına dönmeni söylüyorum. Yüzünü neşelendir ve bir krala layık şeyler giy. Altın tacı takıp, incili asayı vereceğim eline. Rüyalarına gelince, onları daha fazla düşünme. Bu dünyanın yükü tek bir adamın taşıyamayacağı kadar ağır. Bu dünyanın acıları tek bir yüreğin katlanamayacağı kadar şiddetli.”
“Bütün bunları burada, Tanrı’nın evinde mi söylüyorsun?” dedi Genç Kral ve Piskopos’un yanından geçip sunağın merdivenlerinden çıkarak İsa’nın tasviri önünde durdu.
Sağında ve solunda altından yapılma kaplar, sarı şarapla dolu kadeh ve ufak bir şişede kutsal yağ vardı. İsa’nın tasvirinin önünde diz çöktü ve mücevherlerle süslenmiş sandığın yanında iri mumlar yanıyordu. Tütsülerin dumanı mavi halkalar şeklinde kubbeden yükseldi. Dua etmek için başını eğdi ve papazlar kaskatı cüppeleriyle sunaktan uzaklaştı.
Aniden vahşi bir gürültü geldi dışarıdan. Soylular kılıçlarını çekmiş, başlıklarının tüyünü sallıyorlardı. Ellerinde cilalanmış çelikten kalkanlar vardı. “Rüyalar gören de nerede?” diye bağırdılar. “Dilenci gibi görünen kral nerede? Krallığımıza utanç getiren oğlan nerede? Onu kesinlikle öldüreceğiz. O bizi yönetmeye layık değil çünkü.”
Genç Kral tekrar başını eğdi ve dua etti. Duası bittiğinde ayağa kalktı ve onlara üzgünce baktı.
Ve bir de ne olsun! Vitraylı pencerelerden güneş ışığı üzerine vurdu. Güneş ışınları kendisi için hazırlanandan daha güzel bir kaftanla sardı onu. Elindeki cansız sopa çiçek açtı ve incilerden bile daha beyaz zambaklar belirdi üzerinde. Sonra kuru çalı çiçek açtı. Yakutlardan bile daha kızıl güller çıktı üzerinde. Zambaklar en güzel incilerden daha beyazdı ve kökleri parlak gümüştendi. Güller kırmızı yakutlardan daha kırmızıydı ve yaprakları dövülmüş altındandı.
Krallar gibi kuşanmış hâlde durdu orada. Mücevherle süslü sandığın kapağı açıldı ve içinden muhteşem bir gizemli ışık yayıldı. Tanrı’nın şanı orayı doldurdu. Duvarlara oyulmuş Azizlerin tasvirleri hareket eder gibi oldu. Bir kralın güzel kıyafetlerini kuşanmış hâlde durdu karşılarında. Org müzik çaldı ve borular çalındı, korodakiler şarkı söyledi.
İnsanlar hayranlıkla ve hayretle diz çöktü. Soylular kılıçlarını kınına soktu ve hürmetlerini sundu. Piskopos’un rengi attı, elleri titredi. “Benden çok daha önemli biri taçlandırdı seni.” dedi ve önünde diz çöktü.
Ve Genç Kral sunaktan inip insanların arasından geçti. Ancak kimse ona bakmaya cesaret edemiyordu. Çünkü yüzü, bir meleğinki gibiydi.
PRENSES’İN DOĞUM GÜNÜ
Taplow Courtlu Bayan William H. Grenfell’e
Prenses’in doğum günüydü. Prenses sadece on iki yaşındaydı ve güneşin parlak ışıkları sarayın bahçelerini aydınlatıyordu.
Her ne kadar gerçek bir Prenses ve İspanya Kralı ile Kraliçesi’nin en büyük kızı olsa da fakir ailelerin çocukları gibi onun da sadece bir tane doğum günü vardı yıl içinde. Bu sebepten doğum günü kutlaması için güzel bir gün geçirmesi ülke için çok önemliydi. Ve o gün gerçekten de güzel bir gündü. Çizgili, uzun laleler saplarının üzerinde âdeta uzun bir hizadaki askerler misali dimdik duruyorlardı. Güllere meydan okurcasına bakıp, “Biz de sizin kadar görkemliyiz.” diyorlardı. Mor kelebekler kanatlarındaki altın tozuyla uçuşuyor ve her bir çiçeği sırayla ziyaret ediyorlardı. Duvarın çatlaklarından ufak kertenkeleler sürünerek çıkıyor ve güneşin beyaz ışığında uzanıp güneşleniyorlardı. Narlar sıcaktan çatlayarak açılıyor, kanayan kırmızı kalplerini gösteriyorlardı. Küflü çardaklardan bol miktarda sarkan soluk limonlar dahi daha zengin bir renk almış gibiydi muazzam güneş ışığından dolayı. Katlanmış fildişi misali küre şeklindeki tomurcuklarını açan manolya ağaçları havayı tatlı ve ağır bir kokuyla doldurmuştu.
Küçük Prenses terasta arkadaşları ile birlikte geziyor, taş vazolar ile yosun tutmuş eski heykellerin arasında saklambaç oynuyordu. Normal zamanlarda sadece kendi statüsünden çocuklarla oynamasına müsaade ediliyordu. Bu sebepten hep tek başına oynardı ancak doğum günü bir istisnaydı. Kral, Prenses’in sevdiği arkadaşlarını davet edip onlarla eğlenmesini emretmişti. Etrafta süzülen zayıf İspanyol çocuklarında zarif bir hâl vardı. Erkek çocukları geniş tüylü şapkalar takmış ve uçuşan kısa pelerinler giymişlerdi. Kız çocukları ise sırma işlemeli uzun elbiselerinin uçlarından tutuyor, simli siyah yelpazelerle gözlerini güneşten koruyorlardı. Ancak Prenses, içlerinde en zarif olanıydı. O zamanın tuhaf modasıyla kıyaslandığında içlerinde en zevkli giyinen de yine oydu. Elbisesi gri satendendi. Eteği ve kabarık kolları işlemeliydi. Elbisesinin gövde kısmına ise ince inciler sıra sıra işlenmişti. Gül desenleriyle süslü minik ayakkabıları yürürken elbisesinin altında görünürdü. Tüllü yelpazesi sedefli pembeydi. Hafif sarı saçları ise küçük ve soluk yüzünün üzerinde hale misali kaskatı duruyordu. Saçında güzel bir beyaz gül vardı.
Saraydaki bir pencereden Kral onları hüzünle izliyordu. Arkasında nefret ettiği erkek kardeşi Aragonlu Don Pedro duruyordu. Günah çıkarttığı Granada Baş Engizisyoncusu ise yanındaydı. Kral her zamankinden daha kederliydi. Etrafındaki saraylıları çocuksu bir ciddiyetle eğilerek selamlayan ya da her daim kendisine eşlik eden asık suratlı Albuquerque Düşesi’ne, yelpazesi ardından bakıp gülen prensese baktığında çocuğun annesi genç Kraliçe’yi düşünüyordu. Kısa bir süre önce (ona öyle geliyordu) neşeli Fransa diyarından gelen annesi İspanyol sarayının kasvetli ihtişamında solup gitmişti. Çocuğunun doğumundan altı ay sonra ölmüştü.