Vampir Öyküleri. Артур Конан Дойл
hakkındaydı. Şimdiye kadar duyduğunuz en acayip hikâye olduğuna bahse varım. Montana’da Joe Hawkins’i tanımayan yoktu. Herkesin bildiği adıyla ‘Alabama Joe’! Bir adamın karşılaşabileceği en belalı heriflerden biriydi. Aslında iyi bir adamdı, ama ona doğru davrandığınız sürece. Eğer onu kızdıracak bir şey söylemeye ya da yapmaya kalkarsanız, vahşi bir kediden bile daha tehlikeli olabilirdi. Bir keresinde, Simpson’ın barında düzenlenen bir dansta onu ittikleri için tabancasını kalabalığın üstüne boşalttığını gördüm. Bir başka seferde de, içkisini yanlışlıkla üzerine döktüğü için Tom Hooper’ı fena benzetmişti. Joe bir katil değildi, oh, hayır, öyle bir adam değildi, ama ona sırtınızı da dönemezdiniz.
Joe Hawkins’in etrafta dolanarak kurşunlarıyla kendi kurallarını yazdığı dönemde, kasabada bir İngiliz vardı. Adı, yanlış hatırlamıyorsam Scott’tı, Tom Scott. Bu Scott (aranızdakilerin affına sığınarak) kusursuz bir İngiliz’di, ancak yine de kasabadaki diğer İngilizlerle pek takılmıyordu. Ya da onlar Scott’la pek takılmıyorlardı, orasını bilmiyorum. Sessiz, kendi hâlinde bir adamdı. Yaşadığımız yer için fazla sessizdi, bu yüzden pek çoğu onun sinsi olduğunu düşünüyordu, fakat hayır, öyle biri değildi. Sadece kalabalıktan uzakta kalıyor ve kimse onu rahatsız etmediği sürece başkalarının işine burnunu sokmuyordu. Onun hakkında pek çok şey söylense de, kendisi hiçbir zaman bu konularda konuşmuyor, şikâyet etmiyordu. İyi ya da kötü her konuda düşüncelerini kendine saklayan ağzı sıkı bir adamdı.
Ama onun bu kadar sessiz ve sade bir adam olması Montana’dakileri rahatsız etmeye başlamıştı. Her iki taraf da onu aralarına kabul etmiyordu. Söylediğim gibi, diğer İngilizler onu kendilerinden biri olarak görmüyor, tersine ona kaba şakalar yapıyorlardı. Anlayacağınız, hiçbir zaman bunlara karşılık vermese bile, nazik tavırları tamamen tek taraflıydı. Galiba onun karşılık veremeyecek kadar korkak olduğunu düşünüyorlardı, ta ki, çok yanıldıklarını onlara gösterene dek!
Olaylar Simpson’ın barında başladı. O günlerde, Joe ve onun gibi birkaç serseri, İngilizler hakkında pek de iyi şeyler düşünmüyorlardı ve üstelik özgürce bu fikirlerini açıklamaktan da çekinmiyorlardı. Onları daha dikkatli konuşmaları için uyarmaya çalıştım, bu davranışları büyük sorunlara neden olabilirdi, ancak beni dinlemediler tabii. O malum gece, Joe epey sarhoştu ve tabancasıyla kasabada dolanarak bulaşabileceği bir kavga arıyordu. Sonra bara gelmeye karar verdi, çünkü burada kavgaya hazır birkaç İngiliz bulacağını biliyordu. Gerçekten de barda yarım düzine İngiliz vardı. Diğerlerinden ayrı duran Tom Scott, sobanın önünde tek başına dikiliyordu. Joe masalardan birine oturarak tabancasını üzerine koydu. ‘İşte, Jeff, sana söylüyorum,’ dedi bana doğru, ‘Ciğeri beş para etmez İngilizlerden biri çıkıp aksini ispatlamayı denesin de görelim.’ Onu durdurmayı gerçekten denedim beyler, ancak Joe kolayca yatıştırılabilecek biri değildi. Hiçbir erkeğin dayanamayacağı şeyler söylemeye başladı. Bir Meksikalı bile ülkesi hakkında bu kadar ağır laf işittikten sonra öfkeye kapılabilirdi. Barın içinde gergin bir ortam oluştu. Herkesin eli tabancasına uzanmıştı ki, tam bu sırada sobanın yanından kısık bir ses duyuldu. ‘Son duanı et, Joe Hawkins! Çünkü artık ölü bir adamsın!’ Joe arkasını dönüp masanın üzerinde duran silahına uzanmaya yeltendi, ancak çok geç kalmıştı. Tom Scott kendi tabancasını ona doğrultmuş, beyaz yüzünde bir gülümseme, gözlerindeyse şeytani kıvılcımlarla onu izliyordu. ‘O yaşlı ülke bana çok da iyi hizmet etmiş sayılmaz. Ama yine de hiçbir adam, karşımda ülkem hakkında kötü konuşup sağ kalamaz.’ Bir an için parmağının tetiğin üzerinde kımıldadığını gördüm, sonra aniden bir kahkaha atarak silahını yere savurdu. ‘Oh, Hayır!’ dedi, ‘Yarı sarhoş bir adamı vuramam. Pekâlâ, Joe, değersiz hayatını al ve bundan sonra daha iyi kullanmaya bak. Bu gece ölüme çok yaklaştın. Bundan sonra daha dikkatli olmalısın. Belki de en iyisi artık gitmen, ha? Yo, bana öyle bakma, çünkü senden ve senin tabancandan korkmuyorum.’ Bunları söyledikten sonra, yavaşça arkasını dönerek sobanın üzerine bıraktığı piposunu aldı. Bu sırada Alabama, İngilizlerin kulaklarında çınlayan kahkahalarıyla sessizce bardan ayrıldı. Yanımdan geçerken yüzünü gördüm, yüzünde cinayeti gördüm, beyler. Bu, hayatım boyunca gördüğüm her şeyden daha açık ve kesindi.
Olaydan sonra, barda oyalanarak Tom Scott’ın kendisini tebrik eden adamlarla el sıkışmasını izledim. Onu gülümserken ve neşeli görmek bana oldukça garip geldi, çünkü Joe’nun kana susamış aklının neler düşündüğünü tahmin ettiğimden İngiliz’in bir sonraki sabahı görme şansının çok düşük olduğunu biliyordum. Yerleşimden uzak bir bölgede yaşıyordu ve evine gitmek için sinekkapanlarla dolu bir dere yatağından geçmesi gerekiyordu. Bu kurumuş dere yatağı, gündüz vakti bile ıssız ve kasvetli bir yerdi; iki buçuk ya da üç metrelik dev yaprakların en ufak bir temasta hızla kapanmalarını izlemek, insanın sinirlerini geren bir görüntüydü. Gece karanlığında ise, etrafta kimsecikler olmazdı. Dere yatağının bazı yerleri yumuşak ve çamurlu bataklıkla kaplıydı, buraya atılan bir ceset sabaha kadar yok olup giderdi. Joe’yu bu bataklığın en karanlık köşesindeki dev sinekkapanın yaprakları altına gizlenirken hayal edebiliyordum. Yüzünde bir sırıtış ve elinde de tabancasıyla. Bunu gerçekten görebiliyordum, beyler, tıpkı kendi gözlerimle görmüş gibi!
Gece yarısına doğru Simpson barını kapatıyordu, bu yüzden hepimiz evlerimize dağıldık. Tom Scott üç millik yoluna hızlı adımlarla başlamıştı bile. Herifi sevdiğim için yanımdan geçerken onu uyardım; ‘Tabancanızı elinizin altında tutsanız iyi olur, bayım,’ dedim. ‘Çünkü onu kullanmak zorunda kalabilirsiniz.’ Yüzünde bir gülümsemeyle bana baktı ve sonra karanlıkta kayboldu. Onu bir daha görebileceğimi hiç sanmıyordum. Tam bu sırada Barmen Simpson yanıma gelip, ‘Sinekkapan çukurunda bu gece epey olay yaşanacak gibi, Jeff,’ dedi. ‘Çocuklar Joe’yu yarım saat önce oraya giderken görmüşler. Scott’ı gördüğü anda vurmaya kararlıymış. Galiba yarın şerife ihtiyacımız olacak.’
Ertesi sabah, herkes gece yaşananları konuşuyordu. Gün ağardığında Ferguson’un dükkânına gelen melezlerden biri, sabaha karşı bir sularında sinekkapanların yakınından geçtiğini söylemişti. Anlattıklarından bir anlam çıkarmak oldukça zordu, çünkü adam delicesine korkmuş görünüyordu. Ancak sözlerinden şu kadarını çıkarabildik; gecenin sessizliğinde hayatında duyduğu en korkunç çığlıkları işitmişti. Silah sesi yoktu, ancak bunun yerine tekrar tekrar yükselen, boğulmakta olan bir adamın ölümcül çığlıkları yankılanmıştı. Abner Brandon, ben ve o sırada dükkânda bulunan birkaç kişi daha hemen atlarımıza atlayıp sinekkapan koruluğundan geçerek, Tom Scott’ın evinin yolunu tuttuk. Yolda hiçbir iz göremedik; etrafta ne kan lekesi ne bir kavganın ya da boğuşmanın izleri ne de başka bir şey vardı. Tom Scott’ın evine ulaştığımızda ise, onun her zamankinden daha da canlı bir şekilde evden çıktığını gördük. ‘Selam, Jeff!’ dedi beni görünce. ‘Sonuçta tabanca kullanmaya gerek kalmadı, ha! Oh, hadi içeri girip birer içki alın, beyler.’
‘Gece eve gelirken bir şey gördün ya da duydun mu?’ diye sordum. ‘Yoo,’ diye cevap verdi. ‘Her şey sessiz ve sakindi. Bir baykuşun öttüğünü duydum o kadar. Hadi atlarınızdan inin de birer bardak alın.’ Abner hepimiz adına teşekkür ettikten sonra, hepimiz kasabaya geri döndük. Tom Scott da bizimleydi.
Döndüğümüzde, ana sokağın ortasında öfkeli bir kalabalık toplanmıştı. Anladığım kadarıyla, Amerikalılar iyice çığırından çıkmış, öfkeden deliye dönmüştü. Alabama Joe hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Gece pusu kurmak için sinekkapan korusuna gittiğinden beri kimse onu görmemişti. Atlarımızdan inerken, Simpson’ın barının önünde birikmiş bir kalabalık hiç de hoş olmayan bakışlarla Tom Scott’ı izliyordu.