Vampir Öyküleri. Артур Конан Дойл
gemide çalışmaktı ve gemide kalacağım, ancak güneş battıktan sonra buzun üstünde bir daha beni göremeyeceksiniz.”
Bu onun hikâyesi. Mümkün olduğunca kendi sözleriyle anlatmaya çalıştım. Kendisi kabul etmese de, gördüğünün genç bir ayı olduğuna inanıyorum, tehlike hissettiklerinde çoğu kez yaptıkları gibi, arka ayaklarının üzerine kalkmış olmalı. Karanlık bir gecede kesinlikle bir insan silüeti gibi görünebilir, özellikle de sinirleri fazlasıyla yıpranmış bir adama benzerler. Her ne olursa olsun, bu talihsiz olay tayfalar üzerinde son derece olumsuz bir etki yarattı. Yüzleri her zamankinden daha fazla asıktı ve artık memnuniyetsizliklerini çok daha açık şekilde gösteriyorlardı. Ringa balığı sezonunu kaçırmış olmalarının yanı sıra, kendi deyimleriyle “hayaletli” bir gemide sıkışıp kalmaları onları giderek daha sabırsız yapıyor. Aralarında en yaşlıları ve en güvenilirleri olan zıpkıncılar bile bu durumdan etkilenmiş görünüyorlar.
Batıl inançların neden olduğu bu saçma olay dışında her şey biraz daha iyi görünüyor. Güneyimizde birikmeye başlamış olan buz kütlesinin bir kısmı dağılmış durumda. Hava öyle açık ve güzel ki, neredeyse kendimi Grönland’la Spitzbergen arasındaki sıcak su akıntılarından birinin üzerinde sanacağım. Geminin etrafında denizanası ve çok miktarda karides var, bu da “balık” görme ihtimalimizin oldukça yüksek olduğuna işaret ediyor. Hatta akşam yemeği sırasında bir tanesinin su püskürttüğünü gördük, ancak teknelerle takip edilemeyecek kadar uzaktaydı.
13 Eylül
Köprüde Yardımcı Kaptan Bay Milne ile ilginç bir konuşma yaptım. Anlaşılan, Kaptan benim için olduğu kadar, kendi tayfası ve hatta geminin sahibi için bile büyük bir gizem. Milne’nin bana anlattığına göre, yolculuk sona erip ödemeler yapıldıktan sonra Kaptan hemen ortadan kayboluyormuş ve bir sonraki sezon yaklaştığında, ofise gelip kendisine göre iş olup olmadığını sorana dek kimse onu bir daha görmüyormuş. Dundee’de hiçbir arkadaşı olmadığını söyledi, ayrıca geçmişi hakkında bir şey bilen de yok. Şimdiki yerini tamamen güvenilirliği, cesareti ve en zor durumlarda bile soğukkanlılığını koruyabilmesi sayesinde elde etmiş. Onun bir İskoç olmadığı ve gerçek adını kullanmadığı yönünde de söylentiler var. Bay Milne’e göre, Kaptan’ınkendisini balina avcılığına bu şekilde adamasının tek nedeni, ölüme en yakın işin bu olması. Zira Kaptan’ın yapabileceği en tehlikeli işi seçerek her fırsatta ölüme meydan okuduğunu düşünüyor. Hatta bununla ilgili -eğer gerçekse- fazlasıyla ilginç bir hikâyesi de var. Anlattığına göre, bir seferinde, balık sezonu açıldığında ortalarda görünmemiş ve onun yerine geçici bir kaptan seçilmiş. Bu, son Rus-Türk savaşının yapıldığı yılmış. Bir sonraki bahar geldiğinde Kaptan boynunun kenarında, kravatıyla saklamaya çalıştığı derin bir yara iziyle ortaya çıkmış. Yardımcı Kaptan’ın, bu yarayı savaşta edindiği hakkındaki iddiaları doğru mu bilmiyorum. Ancak tuhaf bir tesadüf olduğu kesin.
Rüzgâr doğudan esiyor, ancak hâlâ çok güçsüz. Buzullar, dün olduğundan daha yakınmış gibi görünüyor. Dört yanımız gözün alabildiğine uzanan ve sadece küçük tepeciklerin karaltılarıyla lekelenmiş uçsuz bucaksız bir beyazlıkla çevrili. Buradan tek çıkış umudumuz olan güneydeki ince, mavi çizgi gün geçtikçe daha da daralıyor. Kaptan’ın sorumluluğu fazlasıyla büyük! Duyduğuma göre, patates tankı boşalmış bile. Bisküviler de azalıyor. Ancak o hâlâ kararlı ifadesini koruyor. Günlerinin çoğunu gözcü kulesinde dürbünle ufku tarayarak geçiriyor. Ruh hâli çok değişken ve sanki benden özellikle kaçınıyor gibi. Ama yine de önceki akşam gördüğüm o şiddetli öfke patlamasını bir daha göstermedi.
19:30
Artık çıldırmış bir adam tarafından yönetildiğimizi düşünüyorum. Kaptan Craigie’nin aşırılıklarını başka türlü açıklamak mümkün değil. Bu günlüğü tuttuğum için şimdi seviniyorum, onu engellemek zorunda kalırsak, bu günlük aldığımız kararları doğrulayacaktır, ancak elbette ki bu başvurulacak en son çare. Tuhaf olansa, alışılmamış davranışlarının açıklaması olarak deliliği ortaya atanın kendisi olması. Bir saat kadar önce ben kıç güvertesinde dolaşırken, o da köprüde durmuş her zamanki gibi dürbünüyle ufku tarıyordu. Gözcüler düzenli olarak geç saatlere kadar nöbet tuttuğundan, adamların çoğu çay içip biraz dinlenmek için aşağıda toplanmıştı. Yürümekten yorulunca, küpeşteye dayanarak etrafımızı saran buzullar üzerinde batan güneşin sıcak yansımalarını izlemeye daldım. Beni hayallerimden uyandıran, dirseğimin yanında duyduğum hırıltılı bir ses oldu. Dönüp baktığımda, Kaptan Craigie’in yanıma gelmiş ayakta dikilmekte olduğunu gördüm. Yüzünde korku, şaşkınlık ve neredeyse sevinçle karıştırılabilecek pek çok duygu baskınlık mücadelesi veriyordu. Soğuğa rağmen alnında büyük ter damlaları birikmişti ve korkunç derecede heyecanlı görünüyordu. Tüm vücudu seğirmeye başlamıştı ve ağzının etrafındaki çizgiler beklentiyle gerilmişti.
“Bak,” diye soludu dirseğimi yakalayarak. Gözlerini dikkatle baktığı buzulların üzerinden ayırmamıştı ve kafasını sanki hareket eden bir şeyi izliyormuş gibi yavaşça çeviriyordu. “Bak! İşte orada, orada! Bak! Kar tepeciklerinin arasında. Şimdi uzaktakinin arkasından çıkıyor. Onu görüyor musun? Onu görüyor olmalısın! Hâlâ orada. Benden kaçıyor. Ah, Tanrı’m! Benden kaçıyor. Ve gitti!”
Son iki kelimeyi o kadar büyük bir kederle fısıldadı ki, bir daha asla bu sesi unutamayacağım. Küpeştenin parmaklıklarına tutunarak yukarı çıkmayı denedi, böylece izlediği şey her neyse, onu son bir kez görebilecekti. Ancak gücü bu denemesine yetmedi ve sendeleyerek kamaralardan gelen ışığın altında nefes nefese yere yuvarlandı. Rengi öylesine solgundu ki bir an bayılacağını sandım. Hiç vakit kaybetmeden onu aşağıya, kamaraya indirerek sofaya uzanmasına yardım ettim. Daha sonra da ona biraz brendi verdim. Bu brendi, bembeyaz yüzüne yine renk gelmesini ve titreyen vücudunun biraz sakinleşmesini sağladı. Dirseklerinin üzerinde doğrularak etrafına bakındı ve yalnız olduğumuzdan emin olduktan sonra beni yanına çağırdı.
Onun gibi bir adamın doğasına tamamen yabancı o kederli sesle, “Onu gördün, öyle değil mi?” diye sordu.
“Hiçbir şey görmedim,” diye yanıtladım.
Başı tekrar yastıkların üzerine düştü. “Elbette göremezdi, dürbün olmadan göremezdi,” diye mırıldandı kendi kendine. “Onu göremezdi. Benim görmemi sağlayan dürbündü. Ve aşkın gözleri. Aşkın gözleri… İçeri kimseyi alma, Doktor. Benim deli olduğumu sanacaklar. Sadece kapıyı kilitle. İçeri kimse girmesin.”
Ayağa kalkıp istediğini yaptım. Bir süre sessizce yattı. Derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Sonra dirsekleri üzerinde tekrar doğrularak benden biraz daha brendi istedi.
“Öyle olduğumu düşünmüyorsun, değil mi Doktor?” diye sordu ben şişeyi dolaba yerleştirirken. “Bana söyle. Erkek erkeğe, sen deli olduğumu düşünmüyorsun, öyle değil mi?”
“Bence aklınızda bir düşünce var,” diye cevap verdim. “Bu düşünce sizi heyecanlandırıyor ve size zarar veriyor.”
“Çok haklısın, evlat!” diye haykırdı heyecanla, gözleri brendinin etkisiyle ışıldıyordu. “Aklımda pek çok düşünce var. Pek çok. Ama enlem ve boylamları hâlâ ölçebilir ve gerekli hesaplamaları hâlâ yapabilirim. Mahkemede benim deli olduğumu ispatlayamazsın, değil mi?” Doğrusu arkasına yaslanmış kendi akıl sağlığını böylesine soğukkanlılıkla tartışabiliyor olması garipti.
“Belki yapamam,” dedim. “Ama yine de bence bir an önce eve dönüp, daha sakin bir hayat yaşamaya başlamalısınız.”
“Eve