Vampir Öyküleri. Артур Конан Дойл
bakılacak olursa, Kaptan da rahat bir gece geçirmiş gibi görünmüyor. Ona dün gece yaşadıklarımı anlatmadım, anlatmamalıyım da. Zaten fazlasıyla huzursuz görünüyor, bir ayağa kalkıp bir oturmasından, yerinde duramayacak kadar gergin olduğunu görebiliyorum.
Bu sabah buzulların arasından geçebileceğimiz bir yol açıldı, buza attığımız demiri geri çekerek, güney batı yönünde on iki mil kadar yol aldık. Ama sonunda en az geride bıraktıklarımız kadar büyük bir buz kütlesi yine ilerleyişimizi durdurdu. Yapabileceğimiz başka bir şey olmadığı için tekrar demir atıp beklemeye başladık. Eğer rüzgâr şiddetini korursa, buzların yirmi dört saat içinde tekrar dağılacağını tahmin ediyorum. Denizde bir ayı balığı sürüsü gördük ve birini avlamayı başardık; üç buçuk metreden daha uzun, devasa bir yaratık. Kutup ayılarına bile kafa tutan, vahşi ve saldırgan hayvanlar bunlar. Neyse ki oldukça hantallar, bu yüzden avlanmaları pek tehlike yaratmıyor.
Kaptan bunun atlattığımız son tehlike olduğunu düşünmüyor olmalı, yoksa gemideki diğer herkes mucizevi bir şekilde oradan kurtulduğumuza ve çok yakında açık denize döneceğimize inanırken, onun karamsar tutumunu sürdürmesini başka şekilde açıklayamıyorum.
Akşam yemeğinden sonra yan yana oturduğumuzda, “Sanırım artık bir sorun kalmadığını düşünüyorsun, Doktor?” diye sordu.
“Umarım,” diye yanıtladım onu.
“Bu kadar emin olmamalıyız. Ama yine de haklısın. Kısa bir süre sonra hepimiz sevdiklerimizin kollarında olacağız, değil mi, evlat? Ama çok emin olmamalıyız. Çok emin olmamalıyız.”
Bir süre sessizce oturdu. “Bak,” diye devam etti sonra, “Burası en sakin anında bile fazlasıyla tehlikeli bir yer. Korkunç, vahşi ve tehlikeli bir yer. Böyle bir yerde adamların aniden kaybolduklarını biliyorum. Bazen sadece ayağının kayması yeterli olur. Sadece ayağın kayar ve kendini bir çatlaktan aşağı düşerken bulursun. Nereye battığını gösteren tek şey, su yüzeyindeki yeşil bir baloncuk olur. Bu çok garip,” diye devam etti sinirli bir kahkahayla. “Bu tehlikeli dünyada geçirdiğim onca yıl boyunca aklıma hiçbir zaman bir vasiyet hazırlamak gelmedi. Geriye bırakılacak çok şeyim olduğu için değil, ama bir adam tehlikeye bu kadar yakınken her şey için hazırlıklı olmalı. Sence de öyle değil mi?”
“Kesinlikle,” diye cevap verdim. Konuyu nereye getireceğini merak ediyordum.
“Her şeyi ayarladığını bilirse, kendini daha rahat hissedecektir,” diye devam etti. “Eğer bundan sonra bana bir şey olacak olursa, senin benim için bunu yapacağını umuyorum. Kamaramda çok az şey var, ama yine de hepsinin satılmasını ve paranın tayfalar arasında paylaştırılmasını istiyorum. Kronometreyi, yolculuğumuzun küçük bir anısı olarak senin almanı istiyorum. Elbette bu sadece bir varsayım ancak yine de fırsat bulmuşken bunu seninle konuşmak istedim. Gerektiğinde sana güvenebileceğimi sanıyorum?”
“Bundan emin olabilirsiniz,” dedim. “Konuyu açtığınıza göre, o hâlde ben de…”
“Sen?” diye araya girdi, “Senin bir şeyin yok! Aklından nasıl bir saçmalık geçiyor, ha? Daha hayatına yeni başlamış senin gibi genç bir adamın ölümden bahsetmek için nasıl bir sebebi olabilir ki?! Hemen güverteye çıkıp biraz temiz hava al ve bu saçmalıkları da aklından çıkar!”
Aramızdaki bu konuşmayı ne kadar çok düşünürsem, bana verdiği rahatsızlık o kadar artıyor. Tam da tehlikeyi atlattığımız bir zamanda neden böyle bir konuyu açmış olabilir ki? Buna neden olan şey deliliği olmalı. Acaba intiharı mı düşünüyor? Bir keresinde insanın kendi kendini öldürmesinin ne kadar iğrenç bir şey olduğu konusunda büyük bir ciddiyetle konuştuğunu hatırlıyorum. Yine de gözümü üzerinden ayırmamam gerektiğini hissediyorum, kamarasına giremeyecek olsam da en azından o dışarıda olduğu sürece yakınında olmaya çalışmalıyım.
Bay Milne korkularımı yatıştırarak bunun sadece, “Kaptan’ın tarzı” olduğunu söylüyor. Olaya benden çok daha aydınlık bir tarafından bakıyor. Ona göre, yarından sonraki gün buzdan tamamen kurtulup, bir sonraki gün Jan Meyen’den geçeceğiz ve bir haftadan biraz fazla bir süre sonra da tekrar Shetland’ı görüyor olacağız. Onun bakış açısı, Kaptan’ın karamsar önlemlerine karşı dengeyi sağlıyor, sonuçta yaşlı ve tecrübeli bir denizci, ayrıca konuşmadan önce söyleyeceklerini iyi tartıyor.
Uzun zamandır beklediğim felaket gerçekleşti. Bu konuda ne yazacağımı bilemiyorum.
Kaptan gitti. Bize tekrar dönebilir ancak bundan şüpheliyim. Bundan gerçekten şüpheliyim. Saat, 19 Eylül sabahının yedisi. Bütün geceyi bir grup denizciyle geminin önünde uzanan buzulları ondan bir iz bulma umuduyla araştırarak geçirdim, fakat boşuna… Kaptan’ın kayboluşuna ilişkin bazı şeyleri buraya yazmalıyım. Eğer bu satırları biri okuyacak olursa, bu yazdıklarımı varsayımlara ya da başkalarından duyduğum hikâyelere dayanarak değil; bizzat benim, iyi eğitim almış, aklı başında bir adamın, gördüklerime dayanarak yazdığımı hatırlamasını isterim. Bazı sonuçlara kendim varmış olsam da, gördüklerim tamamen gerçekti.
Daha önce yazdığım konuşmamızın ardından Kaptan ruh hâlini korumaya devam etti. Sinirli ve sabırsızdı, kendine özgü hareketlerle kollarını ve bacaklarını sebepsiz şekilde sallayıp duruyordu. On beş dakika içinde yedi kez ana güverteye çıkıp, hızlı adımlarla birkaç tur atıp tekrar aşağı indi. Her seferinde onun peşinden gittim çünkü yüzünde endişelerimi haklı çıkaran bir ifade vardı. Benim bu endişemi fark ettiğinde, en ufak şakaya bile kahkahalarla gülerek ve abartılı neşe gösterileriyle beni rahatlatmaya çalıştı.
Akşam yemeğinden sonra bir kez daha kıç güvertesine çıktı. Ben de onunlaydım. Seren direklerinin arasından esen melankolik rüzgârın dışında, gece karanlık ve sessizdi. Kuzeybatıdan gelen kara bir bulut, parçalı kollarını ayın arasıra görünen parlak yüzüne doğru uzatmıştı. Kaptan bir aşağı bir yukarı sabırsızca dolaşırken birden benim onu izlediğimi fark ederek yanıma geldi ve aşağıda olmamın benim için daha iyi olacağını söyledi. Bu da yanında kalmam gerektiği konusundaki kararımı daha da güçlendirdi.
Sanırım beni uyardıktan sonra oradaki varlığımı tamamen unuttu ve parmaklıklara dayanarak yarısı karanlıkta kalan, diğer yarısı ise ay ışığında ışıldayan uçsuz bucaksız buzdan çölü izlemeye daldı. Birkaç kez saatine baktığını gördüm ve bir keresinde de kısa bir cümle mırıldandı. Söylediklerinden tek bir kelimeyi duyabildim: “Hazır”. Onun karanlıkta belli belirsiz görebildiğim uzun silüetine bakarken, biriyle buluşmayı bekleyen bir adam gördüğüm düşüncesi ürpertici bir şekilde içimi doldurdu. Kiminle buluşacaktı? Parçaları bir araya getirdikçe korkunç bir düşünce ortaya çıkıyordu, fakat ben bu sonucu kabul etmeye kesinlikle hazır değildim.
Duruşu aniden değişince bir şey gördüğünü sandım. Hemen yanına yaklaştım. Geminin önünde uzanan ince bir sis tabakasına soru soran gözlerle bakıyordu. Işık üzerine düştüğünde sislerin arasında belirsiz bir şekil göründü. Ay ince bir bulut tarafından örtülmüştü, tıpkı bir anemonun ince zarı gibi.
“Geliyorum, sevgilim, geliyorum,” diye fısıldadı Kaptan. Sesi şefkat ve sevgi doluydu, tıpkı uzun zamandır beklenen bir kavuşma anında sevgilinin kulağına fısıldanacak o tatlı sözler gibi.
Bundan sonra olanlar o kadar aniydi ki müdahale edemedim.
Küpeştenin önüne doğru hızla fırladı, oradan da buzun üzerine; sisin içindeki o soluk, gizemli şeklin hemen hemen yanına kadar koştu. Kollarını onu kucaklayacakmış gibi öne uzattı ve kolları bu şekilde öne uzanmış şekilde, sevgi sözcükleri eşliğinde