Vampir Öyküleri. Артур Конан Дойл
sıkıyordu. “Bu, onu iyi tarafta tutmak için üstün ahlak teorilerinden çok daha etkili bir yöntem olmaz mıydı?”
“Kate,” diye araya girdi arkadaşım, “Neden bugün bu kadar zalimsin?”
Güldü. “Hayır, Jack. Ben sadece Bay Armitage’e düşünebileceği bir teori sunuyorum.”
Daha sonra ikisi Aberdeenshire’daki anılarından bahsetmeye başladılar, ben de kısa sohbetimiz boyunca sessiz kalmış olan Bayan Merton’u inceleme fırsatı buldum. Oldukça garip görünüşlü, yaşlı bir kadındı. Görünüşüyle ilgili ilk dikkat ettiğiniz şey, mutlak bir renk ihtiyacıydı. Saçları kar gibi beyaz, yüzü de son derece solgundu. Dudakları kansız ve hatta gözleri bile o kadar açık bir maviydi ki, hemen hemen hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Gri ipek elbisesi de bu genel görünüşü ile uyum içindeydi. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı, ancak ne anlama geldiğini o anda yorumlamak mümkün değildi.
Elindeki nakışla uğraşırken kollarını kımıldattıkça elbisesi kuru, melankolik bir sesle hışırdıyordu, tıpkı sonbahar yaprakları gibi. Görünüşünde hüzünlü ve kederli bir şeyler vardı. Sandalyemi biraz daha yaklaştırarak Edinburgh’u beğenip beğenmediğini ve burada ne kadar zamandır bulunduğunu sordum. Onunla konuştuğumda şaşırarak korkmuş bir ifadeyle bana baktı. Ve sonra yüzündeki o ifadenin anlamını fark ettim. Korkuydu. Kahredici ve derin bir korku. Bu o kadar belirgindi ki, zavallı kadının hayatında çok kötü deneyimler ya da korkunç talihsizlikler yaşadığına emindim.
“Oh, evet, beğendim,” diye cevap verdi yumuşak, ürkek bir sesle. “Ve uzun süredir buradayız. Yo, aslında çok uzun sayılmaz. Ama buraya taşınalı epey oldu.” Tereddüt ederek, sanki yanlış bir şey söylemekten çekinerek konuşuyordu.
“İskoçya’nın yerlilerindensiniz sanırım,” dedim.
“Hayır. Tam olarak değil. Hiçbir yerde yerli sayılmayız. Biliyorsunuz, biz kozmopolitiz.” Göz ucuyla Bayan Northcott’a baktı, ancak o ikisi hâlâ pencere kenarındaki sohbetlerini sürdürüyorlardı. Sonra aniden bana doğru eğilerek, yüzünde son derece yoğun bir içtenlikle şöyle dedi:
“Lütfen benimle daha fazla konuşmayın. Bundan hoşlanmıyoruz ve siz gittikten sonra muhtemelen bunun cezasını çekeceğim. Lütfen bunu yapmayın.”
Bu ricasının nedenini ona soracaktım ama buna hazırlandığımı görünce, yavaşça doğrularak odadan ayrıldı. Bu sırada âşıkların sohbetlerine ara verdiklerini ve Bayan Northcott’un keskin, gri gözlerle beni süzdüğünü fark ettim.
“Teyzemi bağışlamalısınız, Bay Armitage,” dedi. “Kendisi yaşlı ve çabuk yoruluyor. Lütfen buraya gelip albümüme bakın.”
Bir süre portreleri inceleyerek zaman geçirdik. Bayan Northcott’un anne ve babası sıradan insanlar gibi görünüyorlardı ve ikisinin de yüzlerinde kızlarının yüzündeki karakterin işaretleri görünmüyordu. Ama resimlerin arasında eski bir fotoğraf özellikle dikkatimi çekti. Kırk yaşlarında ve çok yakışıklı bir adamın fotoğrafıydı. Düzgünce tıraş olmuş yüzü, sert hatlı çenesi ve keskin dudakları olağanüstü bir güç ifadesi taşıyordu. Ama gözleri, yüzüne gömülmüş derin çukurlar gibiydi ve alnının üst kısmında görünüşünün etkileyiciliğini azaltan yılan şeklinde bir yara izi vardı. Neredeyse istemeyerek, adamı işaret ettim, “İşte Bayan Northcott, ailede kime benzediğinizi bulduk.”
“Öyle mi düşünüyorsunuz?” diye sordu. “Korkarım bana çok kötü bir iltifatta bulunuyorsunuz. Anthony amcam her zaman ailedeki kara koyun olarak bilinirdi.”
“O hâlde,” dedim, “Kuşkusuz talihsiz bir benzetme yaptım.”
“Oh, önemli değil,” dedi. “Ben her zaman ailedekilerin toplamından daha değerli olduğunu düşünmüşümdür. 41. Alay’da subaydı, Pers Savaşı sırasında hayatını kaybetti; bu yüzden, oldukça asil bir şekilde öldü.”
“Ben de böyle bir ölüm isterdim,” diye araya girdi Cowles. Heyecanlandığı zamanlarda olduğu gibi koyu renkli gözleri parıldıyordu. “Her zaman bu berbat ilaç işindense, babamın işini seçmeyi istemişimdir.”
“Hadi ama, Jack, daha ölmeyeceksin,” dedi, şefkatle arkadaşımın elini kendi elleri arasına alarak.
Onu anlayamıyordum. Onda beni şaşırtan, erkeksi bir kararlılıkla kadınsı bir şefkatin olağanüstü bileşimi vardı. Bu yüzden, eve dönerken Cowles o kaçınılmaz soruyu sorduğunda nasıl cevap vereceğimi bilemedim.
“Ee, O’nun hakkında ne düşünüyorsun?”
“Bence büyüleyici bir güzelliğe sahip,” dedim dikkatle.
“Bu doğru,” dedi sertçe. “Ama bunu onunla tanışmadan önce de biliyordun.”
“Üstelik oldukça da zeki,” diye ekledim.
Barrington Cowles bir süre sessizce yürüdü, sonra aniden bana dönerek o tuhaf soruyu sordu:
“Acımasız olduğunu düşünüyor musun? Yani başkalarına acı vermekten hoşlanan bir kız olduğunu düşünüyor musun?”
“Şey, aslında hakkında bir yargıya varmak için çok kısa bir süreydi.”
Ben bunu söyledikten sonra sessizce yürümeyi sürdürdük.
“O yaşlı bir aptal,” diye mırıldandı Cowles sonunda. “Çıldırmış.”
“Kim?”
“Kim olabilir? O yaşlı kadın, -Kate’in teyzesi- Bayan Merton ya daadı her neyse.”
İşte o zaman, zavallı renksiz arkadaşımın Cowles’le de konuştuğunu anladım ama tek öğrenebildiğim buydu.
Arkadaşım o gece erkenden yattı ama ben duyduklarımı ve gördüklerimi düşünerek uzun süre ateşin başında oturdum. Kız hakkında çözemediğim bir gizem olduğunu düşünüyordum; öyle karanlık bir sır ki, tüm varsayımlara meydan okuyordu. Evliliklerinden önce Prescott’la görüşmelerini düşündüm, sonra da gecenin sonunda yaşananları. Bunları Reeves’in sarhoşken acıyla sızlanırken söyledikleri ile birleştirdim. “Neden bana daha önce söylemedi,” demişti ve söylediği diğer şeyleri düşündüm. Daha sonra aklım Bayan Merton’a ve beni nasıl uyardığına kaydı, Cowles’in kadından nasıl bahsettiğini ve hatta zavallı inleyen köpekle kırbacı düşündüm.
Hatırladığım ve bir araya getirdiğim bütün parçaları düşündüğümde, o kız hakkında hiç hoş olmayan şeyler çıkıyordu karşıma; ancak yine de onun hakkında kesin bir yargıya varmama neden olacak elle tutulur bir nedenim yoktu. Onu neye karşı uyaracağıma tam olarak karar vermeden arkadaşımı uyarmaya kalkmak, durumu daha da kötüleştirebilirdi. Kıza karşı yapacağım her suçlamayı görmezden gelecekti. Ne yapabilirdim? Daha önce yaşananlar ve kızın karakteri hakkında nasıl somut bir yargıya varabilirdim? Edinburgh’ta hiç kimse onları tanımıyordu. Kız bir yetimdi ve bildiğim kadarıyla bundan önce nerede yaşadığıyla ilgili hiçbir zaman konuşmamıştı. Aniden aklıma bir fikir geldi. Babamın arkadaşlarından Albay Joyce, ayaklanmaya kadar uzun süre Hindistan’da görev yapmıştı ve muhtemelen oradaki pek çok subayı tanıyordu. Hemen bir kâğıt alarak, Albay’abir mektup yazmaya koyuldum. Ona 41. Alay’da görev yapmış ve Pers Savaşı’nda hayatını kaybetmiş olan Yüzbaşı Northcott hakkında bazı şeyler öğrenmek istediğimi söyledim. Fotoğrafından aklımda kalan bütün ayrıntıları hatırlamaya çalışarak adamı tarif ettim ve bitirir bitirmez de, daha o gece mektubu postaya verdim. Yapabileceğim her şeyi yaptığımdan emin olduktan sonra yattım, ancak uyuyamayacak kadar endişeliydim.
BÖLÜM İKİ
İki