Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Erika Ewald’in Aşkı - Unutulmuş Düşler. Стефан Цвейг
Ama benim sırrımı ancak öldüğümde, artık bana cevap vermek zorunda kalmadığında, organlarımı şimdi böyle hem buz hem ateş gibi sarsmakta olan şey gerçekten son bulduğunda öğrenmelisin. Yaşamaya devam etmek zorunda kalırsam bu mektubu yırtacağım ve hep sustuğum gibi, bundan sonra da susmaya devam edeceğim. Ama mektubum şimdi ellerinde ise, o zaman bil ki, burada artık bir ölü sana hayatını, ilk saatinden canlı olduğu son saatine kadar hep senin olmuş olan hayatını anlatmaktadır. Benim kelimelerimden korkma; bir ölü artık hiçbir şey istemez, sevilmeyi de istemez, kendisine acınmasını da, teselli edilmeyi de. Senden tek istediğim, şu anda sana anlattığım acımın hakkımda ele verdiği her şeye inanmandır. Hepsine inan, senden sadece bunu istiyorum: İnsan tek çocuğunun ölüm anında yalan söylemez.
Bütün hayatımı, gerçek anlamda ilk defa seni tanıdığım gün başlamış olan hayatımı anlatmak istiyorum. Senden önce yalnızca bulanık ve karışık bir şeyler vardı, artık derinine inemediğim, hatırlayamadığım, tozlanmış, örümcek ağlarıyla kaplanmış, kalbimin artık hiç tanımadığı nesnelerle ve insanlarla dolu herhangi bir kiler gibi. Sen geldiğinde ben on üç yaşındaydım ve senin şimdi oturduğun evde oturuyordum, yani bu mektubu, hayatımın son nefesini ellerinde tutmakta olduğun evde, dairemiz aynı koridorda, senin dairenin kapısının karşısındaydı.
Bizi artık kesinlikle hatırlamıyorsundur, bir Sayıştay görevlisinin dulunu (hep matem elbiseleri giyerdi) ve onun ergenlik yaşındaki, sıska kızını -çünkü çok sessiz yaşardık, küçük burjuva yoksulluğumuzun derinliklerine gömülmüştük- belki isimlerimizi de hiç duymamışsındır, çünkü dairemizin kapısında isim levhası yoktu ve bize kimse gelmez, kimse bizi sormazdı.
Zaten aradan çok zaman geçti, on beş, on altı yıl, hayır, artık kesinlikle bilmiyorsundur sevgilim, ama ben, ah evet ben, her ayrıntıyı tutkuyla hatırlıyorum, senden söz edildiğini ilk defa duyduğum anı, seni ilk defa gördüğüm günü, ilk saati bile bugün gibi hatırlıyorum, nasıl hatırlamayayım ki, benim için hayat o zaman başlamıştı. Sabret sevgilim, rica ediyorum, sana her şeyi, hepsini en baştan anlatacağım için beni dinleyeceğin bu çeyrek saat yüzünden yorulma, çünkü ben seni bütün bir hayat boyunca sevmekten yorulmadım.
Sen bizim binaya taşınmadan önce senin kapının arkasında çirkin, kötü, kavgacı insanlar yaşardı. Kendileri fakir oldukları için komşudaki fakirlikten, yani bizden nefret ederlerdi, çünkü bizim onların o yerlerde sürünen, kaba saba proleter yaşantılarıyla benzerliğimiz yoktu. Adam ayyaştı ve karısını döverdi; geceleri çoğu zaman devrilen sandalyelerin ve kırılan tabakların gürültüsüyle uyanırdık, bir defasında kadın kanlar içinde, saçları darmadağınık merdivenlere çıkmış, kapılardan fırlayan insanlar polis çağırmakla tehdit edene kadar da sarhoş kocası arkasından bağırıp durmuştu.
Annem en baştan beri onlarla herhangi bir ilişki kurmaktan kaçınmış ve benim de çocuklarıyla konuşmamı yasaklamıştı, çocuklar bu yüzden bunun acısını her fırsatta benden çıkarırlardı. Sokakta karşılaştığımızda arkamdan pis sözler bağırırlardı, bir defasında bana o kadar sert bir kar topu atmışlardı ki, alnımdan kan akmıştı.
Bütün bina ortak bir içgüdüyle bu insanlardan nefret ederdi ve sonra birdenbire bir şey oldu -zannedersem adam hırsızlıktan dolayı hapse atılmıştı- ve kadın pılısını pırtısını toplayarak evden taşınmak zorunda kaldı; hepimiz rahat bir nefes aldık. Birkaç gün boyunca binanın ana kapısında kiralık yazısı asıldı, sonra indirildi ve kapıcıdan bir yazarın, tek başına yaşayan sakin bir beyin daireyi kiraladığı haberi hızla yayıldı. Senin adını ilk defa o zaman duydum.
Birkaç gün sonra boyacılar, badanacılar, temizlikçiler ve duvar kâğıtçıları, evi önceki pis sakinlerinden arındırmak üzere geldiler, yıkıldı, fırçalandı, kazındı, temizlendi, ama annem bütün bunların gürültüsünü duymaktan memnundu, karşımızdaki pis hayatın nihayet sona ereceğini söylüyordu. Seninle taşınma sırasında da karşılaşmadım: Bütün bu çalışmalara, uşağın, yani o ufak tefek, ciddi, kır saçlı yüksek tabaka uşaklarından olan o bey nezaret ediyor, her şeyi sakin bir tavırla ve yukarıdan bakarak yönetiyordu. Hepimizi çok etkilemişti, bunun birinci nedeni kenar mahallede bulunan evimiz için böyle bir yüksek tabaka uşağının çok yeni bir şey olmasıydı, ikinci nedeni ise, kendisini normal hizmetlilerle bir tutmadan ve onlarla arkadaşça sohbetler yapmadan herkese karşı son derece kibar davranmasıydı.
Daha ilk günden annemi bir hanımefendiymiş gibi selamlamaya başlamıştı ve benim gibi bir yaramaza karşı bile her zaman samimi ve ciddiydi. Senin adını söylerken, bunu özel bir saygı ifadesiyle yapıyordu. Sana alışılmış bir hizmet anlayışının çok üzerinde bağlı olduğu hemen anlaşılıyordu. Ve bundan dolayı onu, o iyi yürekli ve yaşlı Johann’ı ne kadar çok sevmiştim, hem de her zaman senin etrafında olabildiği ve sana hizmet edebildiği için onu kıskandığım hâlde.
Sevgili, bütün bunları sana anlatıyorum, bütün bu küçük, neredeyse gülünç şeyleri sana daha en baştan itibaren o ürkek ve çekingen çocuğu, yani beni nasıl bu kadar etkilediğini anlaman için anlatıyorum.
Daha sen, şahsen benim hayatıma girmeden önce, senin çevrende sanki bir hale, zenginliğin, farklılığın ve sırların oluşturduğu bir atmosfer vardı. Bizler, banliyödeki o küçük binada yaşayanlar (çünkü dar hayatları olanlar, kapılarının dışındaki her yeniliğe karşı meraklıdırlar) sabırsızlıkla senin taşınmanı beklemeye başlamıştık.
Ve bendeki sana yönelik bu merak esas bir öğleden sonra, okuldan eve gelip nakliye arabasının, binanın önünde durduğunu gördüğümde başlamıştı. Eşyalarının çoğunu, ağır parçaları hamallar önceden yukarıya taşımışlardı, şimdi daha küçük parçalar tek tek götürülüyordu; ben her şeyi inceleyebilmek için kapıda durdum, zira senin bütün eşyaların daha önce hiç görmediğim kadar tuhaf ve farklıydı; Hindistan tanrılarının putları, İtalyan heykelleri, çok büyük ve parlak renkli resimler vardı ve en sonunda da kitaplar geldi, hiç tahmin edemeyeceğim kadar çok ve güzel kitap.
Kitapların hepsi kapının önünde üst üste diziliyor, uşak orada onları teslim alıyor, tüy süpürgeyle dikkatlice her birinin tozunu siliyordu. Merakla gittikçe büyüyen yığının çevresinde dolaştım, uşak beni oradan uzaklaştırmadı, ama cesaretlendirmedi de; bu yüzden hiçbirine dokunmaya cesaret edemedim, oysa bazılarının yumuşak derisini hissedebilmeyi çok isterdim. Sadece yan taraftan ürkekçe adlarına baktım: Aralarında Fransızca, İngilizce kitaplar vardı, bazıları da hiç anlamadığım dillerdendi. Zannedersem saatlerce hepsini seyredebilirdim: o sırada annem beni çağırdı.
Daha tanımadan bütün akşam boyunca seni düşündüm. Şahsen benim her şeyden çok sevdiğim ve tekrar tekrar okuduğum sadece bir düzine kadar ucuz, yıpranmış karton ciltli kitabım vardı. Ve şimdi bütün bu harika kitapların sahibi olan ve okuyan, bu dillerin hepsini bilen, zengin ve aynı zamanda da çok bilgili biri acaba nasıl bir insandır sorusu kafamı kurcalıyordu. Sanki dünyevi olmayan derin bir saygı, bu kadar çok kitabın varlığıyla birleşmişti.
Seni kafamda canlandırmaya çalıştım: gözlüklü, uzun beyaz sakalları olan yaşlı bir adamdın, coğrafya öğretmenimiz gibi, sadece ondan çok daha iyi, güzel ve yumuşak birisiydin. Seni kafamda yaşlı bir adam olarak canlandırdığım halde, nasıl olup da daha en baştan aynı zamanda güzel olman gerektiğine inanmış olduğumu bilmiyorum. O zaman, o gece ve daha tanımadan, ilk defa rüyamda gördüm seni.
Ertesi gün taşındın, fakat tüm gözetlemelerime rağmen seni göremedim. Bu, merakımı daha da arttırdı. Nihayet, üçüncü gün, seni gördüm ve şaşkınlığım çok sarsıcı oldu, çünkü çok farklıydın, benim o çocuksu Tanrı/Baba imgemle hiçbir benzerliğin yoktu. Gözlüklü,