Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu - Erika Ewald’in Aşkı - Unutulmuş Düşler. Стефан Цвейг
yaptım! Elinin değdiği kapı kolunu öptüm, dairene girmeden önce fırlatıp attığın bir puro izmaritini çaldım ve o benim için dudaklarına değmiş olduğundan kutsal olmuştu. Akşamları yüz kere bir bahane icat ederek, odalarından hangisinde ışık yandığını görmek, böylece de senin varlığını, o görünmeyen varlığını daha da bilerek hissetmek için aşağıya, sokağa koştum. Ve senin yolculukta olduğun haftalarda, -o iyi kalpli Johann’ın kullandığın sarı seyahat çantasını aşağıya taşıdığını gördüğümde kalbim korkudan duracak gibi olurdu- o haftalarda hayatım cansız ve anlamsız olurdu. Suratım asık, canım sıkkın ve kızgın dolanıp durur ve annem ağladığımı belli eden gözlerimden çaresizliğimi anlamasın diye sürekli dikkat etmek zorunda kalırdım.
Biliyorum, bütün bunlar, sana burada anlattıklarımın hepsi garip aşırılıklar ve çocukça çılgınlıklar olarak görünüyor. Aslında bunlardan utanmam gerekirdi, fakat utanmıyorum, çünkü sana olan aşkım hiçbir zaman o çocukça taşkınlıklar esnasında olduğundan daha temiz ve tutkulu olmadı. Saatlerce, günlerce o zamanlar nasıl benim yüzümü neredeyse hiç tanımayan seninle yaşamış olduğumu anlatabilirim, çünkü sana merdivende rastladığımda ve kaçacak yer olmadığında, o yakıcı bakışlarından korkarak, başım eğik, sanki ateş yakmasın diye suya atlayan birisi gibi yanından geçer giderdim.
Saatlerce, günlerce şimdi çoktan uçup gitmiş yılları anlatabilirim, senin bütün hayatının takvimini gözlerinin önüne serebilirim; ama canını sıkmak, sana acı çektirmek istemiyorum. Sadece çocukluğumun en güzel anısını seninle paylaşmak istiyorum ve anlatacağım şey çok önemsiz olduğu için benimle alay etmemeni diliyorum, ancak o zaman çocuk olan benim için o şey bir sonsuzluk gibiydi. Bir pazar günü olmuş olmalıydı. Sen yolculuğa çıkmıştın ve uşağın silktiği ağır halıları dairenin açık duran kapısından içeriye sürüklüyordu. O iyi adamcağız zorlanıyordu bu işi yaparken ve ben de ansızın hissettiğim bir cüretkârlıkla yanına gidip ona, “Yardım edebilir miyim?” diye sordum.
Adam şaşırmıştı, ama izin verdi ve böylece ben de -bilmem söylememe gerek var mı, büyük bir saygıyla, hatta huşu içinde!– evinin içini, dünyanı, yanında oturduğun ve üstünde, içinde birkaç çiçeğin bulunduğu mavi bir kristal vazonun durduğu yazı masanı görebildim, dolaplarını, resimlerini, kitaplarını. Hayatına kaçamak, neredeyse hırsızca bir bakıştı, çünkü sadık Johann, iyice incelememi mutlaka engellerdi, ama ben o tek bakışla bütün atmosferi içime çektim ve böylece hem uyanıkken hem de uyurken seninle ilgili gördüğüm sonsuz rüyalarım için gerekli besini almış oldum.
O dakika, o hızla geçiveren tek dakika, çocukluğumun en mutlu dakikasıydı. İşte o bir dakikayı anlatmak istedim sana, beni hiç tanımayan sana, bütün bir hayatın nasıl sana bağlı olduğunu ve nasıl geçip gittiğini artık anlamaya başlayasın diye anlatmak istedim. Bunu anlatmak istedim sana ve bir de ötekini, maalesef bu olaya çok yakın olan o korkunç saati de anlatmak istedim. Ben -bunu daha önce de söylemiştim- o sıralarda senin yüzünden her şeyi unutmuştum, anneme dikkat etmiyordum ve kimseyle de ilgilenmiyordum. Innsbruck’tan bir tüccar ve annemin uzak bir akrabası olan yaşlıca bir beyin gittikçe daha sık bize geldiğini ve daha uzun zaman kaldığını da fark etmedim, hatta bu, benim için de iyi oluyordu, çünkü bazen adam annemi tiyatroya götürüyordu, ben de yalnız kalabiliyor, seni düşünebiliyor, seni gözetleyebiliyordum ve bu benim en büyük ve tek mutluluğumdu.
Bir gün annem beni biraz sıkılarak odasına çağırdı; benimle ciddi bir şey konuşmak istediğini söyledi. Rengim soldu ve kalbim ansızın deli gibi atmaya başladı; bir şeyler sezmiş, tahmin etmiş olabilir miydi? İlk düşündüğüm sırrım sendin, beni dünyaya bağlayan sır. Ama aslında annemdi sıkılan, beni bir iki kere sevgiyle öptü, (bu, başka zaman hiç yapmadığı bir şeydi) kanepede yanına çekti, sonra çekingen ve tutuk bir tavırla anlatmaya başladı; dul olan akrabası, ona evlenme teklif etmişti ve annem de, her şeyden önce benim yüzümden bu teklifi kabul etmekte kararlıydı.
Kanım, kalbimde daha bir sıcak dolaşmaya başlamıştı: İçimde cevap olarak tek bir düşünce, sana ait düşünce vardı. Sadece “Ama yine de burada kalıyoruz değil mi?” diye sorabildim dilim dolanarak. “Hayır, Innsbruck’a taşınıyoruz, orada Ferdinand’ın güzel bir villası var.” Daha fazlasını duymadım. Gözlerim kararmıştı. Sonradan bayılmış olduğumu anladım; annem kapının arkasında bekleyen üvey babama usulca anlatırken duydum, birdenbire ellerimi açıp geri gitmiş, sonra da kurşun gibi yere yığılmışım.
Sonraki günlerde neler olduğunu, güçsüz bir çocuk olarak kendimi onların çok güçlü istekleri karşısında nasıl savunmaya çalıştığımı sana anlatamam: şimdi bunları düşününce bile yazarken elim titriyor. Gerçek sırrımı belli edemezdim, bu yüzden karşı koyuşum sadece inatçılık, dik başlılık ve huysuzluk diye algılandı. Artık kimse benimle konuşmuyor, her şey benim arkamdan yapılıyordu. Taşınma işleri için benim okulda bulunduğum saatlerden faydalanıyorlardı. Eve her gelişimde bir eşya daha paketlenmiş veya satılmış oluyordu. Evin ve bu yüzden de hayatımın nasıl dağılmakta olduğunu görebiliyordum ve bir defasında, öğlen yemeğine geldiğimde, hamallar gelmiş ve her şeyi götürmüşlerdi. Boş odalarda toplanmış bavullarla annem ve benim için iki kamp yatağı durmaktaydı: bir gece daha, son gece, orada yatacak ve ertesi günü Innsbruck’a doğru yola çıkacaktık.
O son gün birdenbire sana yakın olmadan kesinlikle yaşayamayacağıma karar verdim. Senden başka bir kurtuluş göremiyordum. Bunu nasıl düşündüğümü ve o çaresizlik içinde geçen saatlerde doğru dürüst düşünebiliyor muydum, bunu asla bilemeyeceğim, ancak birdenbire -annem evde yoktu- üstümde okul kıyafetimle kalktım, olduğum gibi karşıya, sana gittim. Hayır, gitmedim. Bir şey beni kaskatı bacaklarımla ve titreyen eklemlerimle mıknatıs gibi senin kapına doğru çekti.
Sana daha önce de söylediğim gibi, ne istediğimi tam olarak bilmiyordum: Ayaklarına kapanmak ve beni hizmetçi olarak, köle olarak alıkoyman için yalvarmak istiyordum ve korkarım on beş yaşındaki bir kızın bu masum fanatikliği karşısında gülümseyeceksin, ama sevgilim, eğer o zaman dışarıda, buz gibi koridorda korkudan kaskatı kesilmiş olarak nasıl durduğumu ve buna rağmen inanılmaz bir güç tarafından nasıl ileriye doğru itildiğimi ve titreyen kolumu, havaya kalkabilsin diye bir anlamda bedenimden koparırcasına nasıl ayırdığımı ve -bu, korkunç saniyelerin sonsuzluğu boyunca süren bir savaştı- parmağımı kapının ziline nasıl bastığımı bilseydin, inan ki gülümsemezdin. O tiz zil sesi, bugün bile hâlâ kulaklarımda çınlamakta ve ondan sonra, kalbimin ve bütün kan dolaşımımın durduğu ve sadece sen geliyor musun diye kulak kesildiğim o sessizlik vardı.
Ama sen gelmedin. Kimse gelmedi. O öğleden sonra belli ki sen çıkmıştın ve Johann da alışverişe gitmişti; o yüzden ben de, kulaklarımın içindeki ölü zil sesinin yankılarıyla ve el yordamıyla, bizim darmadağın olmuş, boşalmış evimize geri döndüm ve bitkin bir hâlde ekose desenli bir battaniyenin üstüne yığıldım, dört adımda, sanki saatlerce, derin karda yürümüş gibi yorulmuştum.
Ama bu yorgunluğun altında, beni zorla koparıp götürmelerinden önce seni görmek, seninle konuşma kararlılığım hâlâ yok olmamıştı. Sana yemin ederim ki, şehveti çağrıştıran bir düşüncem yoktu, senden başka hiçbir şey düşünmediğim için bu konuda hâlâ bilgisizdim: Yalnızca seni görmekti istediğim, bir defa daha görmek, sana sarılmak. Sonra, bütün gece, bütün o korkunç ve uzun gece boyunca seni bekledim sevgilim. Annem yatağına yatıp uyur uyumaz ne zaman eve geleceğini duyabilmek için sessizce hole süzüldüm. Bütün gece boyunca bekledim ve buz gibi bir ocak gecesiydi. Yorgundum, her yanım ağrıyordu ve oturacak bir sandalye de yoktu artık: o yüzden boylu boyunca soğuk yere, kapıdan gelen cereyanın üfürerek geçtiği zemine