Cadı. Hüseyin Rahmi Gürpınar
bu cadı tarafından bir gece, yalının taşlığında boğulduğu rivayet ediliyor…”
“İşte bu rivayeti icat eden, yayan yine o…”
“Eşinizin ölümü büsbütün yalan mı?”
“Eşlerimden biri öldü. Fakat boğularak değil, eceliyle öldü…”
“Ölüsünün taşlıkta bulunmuş olduğunu söylüyorlar…”
“Evet…”
“O hâlde buna doğal bir ölüm mü diyeceğiz?”
“Doktorlar cesedi muayene ederek kalp rahatsızlığından öldüğü hakkında rapor verdiler.”
“O kadar genç bir kadının kalp rahatsızlığından taşlıkta birden ölümü zihinleri biraz bulandıramaz mı?”
“Ortada koskoca resmî bir rapor var. Cesedin hiçbir tarafında zorlama, yara ve saldırı izi görülemedi.”
“Ne derseniz deyiniz, sözlerinizin bu noktasında benim için büyük bir kuşku düğümü vardır. Bunu gideremezsiniz…”
“Böyle cinayete benzer meselelerde doktorlar, gerçeğe aykırı tanıklık edebilirler mi?”
“Efendi, ben kadınım. Kendi cinsime özgü bazı düşkünlüklerim vardır… Hoş görünüz… Bu mesele hakkında seksen rapor gösterseniz zihnimi kuşkudan bütün bütün kurtaramazsınız… Ne ise şimdilik bu noktayı geçelim. Gece çocuklara o yemişleri kim getiriyor? Bu soru inandırıcı bir cevap istemez mi?”
“Bilmiyorum.”
“Bilmemek olmaz. Bunu düşünmelisiniz… Bu bilinmezi keşfe uğraşmak sizin için pek gereklidir. Yoksa herkesle birlikte ben de…”
“Herkesle birlikte siz de bu yemişleri cadı eşimin gece mezarından çıkarak buraya getirdiğine inanacaksınız değil mi?”
“Evet, zorunlu…”
“Sizin gibi okuryazar, soyunun kadınları içinde aydın düşünceli bir hanıma karşı, birkaç yıl önce ölmüş, çürümüş bir kadın cesedinin mezarından ayaklanıp buraya gelemeyeceğine kanıtlar aramayı gerekli görmem. Boşluğu her suretle apaçık böyle acayip bir konuda beni üzmekten, yormaktan hoşlanacağınızı da ummam.”
“Ortada birtakım tuhaflıklar var. Bunları nasıl açıklayacak ve yorumlayacaksınız? Cadıya yüklenen bu akılalmaz hareketlerin gerçek yapıcısı kimdir? Kıyamet gününden önce bir ölünün mezarından çıkışına insan inanmamakla birlikte bu noktada şaşırmaktan kendini alamıyor…”
“Daha tuhafını söyleyeyim… Gülendam, size bu konuda geniş bilgi vermekten korkmuş, çekinmiş… Bu saf Çerkez’in dediğine göre uyku sırasında çocukların yorganları açılırsa cadı anneleri gelir örter, sıkıştırırmış. Soğuk kış gecelerinde mangallarında kömür bittiği vakit ateşle doldururmuş, sürahilerine su kormuş… Birçok zaman sabahleyin uykudan kalktığı vakit Gülendam, odanın bütün işini böyle geceden görülmüş bularak şaşıp kalırmış… Evet çocuklarımın dadısı Tanrı’ya ant içerek bu şaşılacak şeyleri bana bütün saflığıyla anlatıyor.”
Efendinin bu sözlerine karşı dehşetten iki elimle yüzümü kapayarak:
“Eh şimdi buna bir kulp takınız bakalım!.. Bu akıl dışı şeyler nasıl oluyor? Bunları yapan kim?”
“Gülendam, pek saf bir kadındır. Onun yalan söylemeyeceğinden eminim… Bu sözler büsbütün boşuna değil…”
“Peki… Bu cadı oyununu size bu denli ustalıkla oynayan ‘artist’ kim?..”
“Kesin söylüyorum, bu evin içinden biri… Yabancı değil…”
“Bu evde kaç kişi var efendi? İrfan Kadın, Salime Kadın, Gülendam… Bunlardan hangisi?”
“Hiçbiri değil…”
“O hâlde anneniz…”
“Olamaz… O, bu çirkin kötülüğü yapamaz. Görmüyor musunuz, yerinden kımıldayamıyor…”
“Selamlıktaki uşaklardan mı?”
“Hayır onların işi de değil…”
“Affedersiniz ama ev halkından saymadığım sizden benden başka kimse kalmadı. O hâlde ikimizden hangimiz? Bu sözlerinizden başka suretle anlam çıkarılabilir mi?”
“Hanım, bu konudaki kanılarımı size doğruca söyleyeyim… Fakat sözlerimdeki çelişmeye bakıp da beni çıldırdı sanmayınız… Bu cadı rolünü oynayan ev halkından biri fakat saydıklarından, hiçbiri değil…”
“Yalıda şu bulunanlardan başka gizlice oturanlar da varsa onu bilmem!”
“Ben bu yalıda doğdum, büyüdüm. Tanrı’ya şükürler burada öyle cin, peri gibi şeylerden iz yoktur…”
“Evin içinde olup bittiği söylenen tuhaflıkların olduğunu inkâr mı ediyorsunuz?”
“Hayır… Bunlar, dediğiniz gibi olup gidiyor. Buna da inanıyorum…”
“Kim yapıyor?”
“Bunları yapan her hâlde cadı değil… Usta, atak, lanetlik bir insan olacak… Mutlak hem de mutlak böyledir. İddiamdan dönmem…”
“Bu iddialarınızın tuhaflığı, cadının var oluşundaki tuhaflıktan aşağı kalmıyor.”
“Ah hanım ah… Size bir şey söyleyeceğim ama…”
“Söyleyiniz…”
“Bunu eski eşlerime de söyledim fakat dinletemedim.”
“Ben dinlemeye çalışacağım.”
“Bir öneride bulunacağım… Fakat bunun yapılması pek büyük bir metanet ve cesarete muhtaçtır.”
“Ben elimden geldiğince metin ve cesur olmaya uğraşırım.”
“Bana güvenir, böylelikle düşüncelerime bütün varlığınızla katılırsanız size her şeyi açık söyleyeceğim…”
“Buyurunuz.”
“Bu cadı, ev halkından birkaç kişiye, epeyce aralıklı zamanlarda gözüktü. Bu inkâr edilemez bir oluş…”
“O hâlde cadının varlığına niçin inanmıyorsunuz?”
“Kerem buyurunuz. Bu gözüken yaratık ne cin ne peri ne şeytan ne hayalet ne cadı… Fakat bu son şekilde gözükerek bizi korkutmaya uğraşan bir insan… Sizin, benim gibi bir insan… Bundan da kesinlikle eminim…”
“Öyle ise?..”
“Öyle ise siz, benimle düşüncede ve işte birleşirseniz bu cadıyı elimle yakalayıp gözünüzün önünde polise teslim ederim…”
“Nasıl?”
“Ben bu işi çoktan bitirirdim ama eşlerimde… Yalnız eşlerimde değil, evde oturanların hiçbirinde bu hareketime katılabilecek cesareti görmedim… Siz gösterirseniz pek tuhaf ve korkunç görünen bu dava tam başarı ile sona erer gider.”
“Ne kadar cesaretli görünmek istesem benim zayıf, âciz bir kadın olduğumu insaf gözünden uzak tutmamalı; benden sinirlerimin tahammülü üstünde davranışlar istememelisiniz…”
“Yok hanım yok… Bu işi görmek için Zaloğlu Rüstem derecesinde bir pehlivanlığa lüzum yok…”
“Ne yapacağım?”
“Cadıya rastlayınca korkudan ayılmak bayılmak gibi yılgınlıklara