Cadı. Hüseyin Rahmi Gürpınar
gidiyorum işte…”
Emine Hanım: “Naşit Nefi Efendi ile geçen evlilik sürenize, çile doldurmak diyorsunuz. Demek çok sıkıntı çektiniz…”
Şükriye Hanım: “Hanım, sıkıntı da acaba lakırtı mı? Dünyada böyle bir felaket hangi bir kulun başına gelmiştir?”
Fikriye Hanım: “Ne oldu kuzum kardeş?”
Şükriye: “Ne olacak? Canımı kurtarabildiğime ne mutlu! Bugün sağ kaldığıma yüz bin hamd-ü senalar olsun. Çünkü benden öncekini cadı boğmuş…”
Kılavuz kadın: “Mübalağa etme hanım… (Fikriye Hanım’ı işaret ederek) Eski kocanız Naşit Nefi ile bu taze için söz kesiliyor. Buna engel olmak bir ev yıkmak demektir. Kısmet bozanlık iyi değildir…”
Şükriye Hanım ateşlenerek:
“Eğer bir kelime mübalağam varsa göz bebeğim bir tanecik yavrumun ölüsünü öpeyim! Ne Naşit Nefi Efendi için ne de bu hanım için… Ben ancak Allah için söyleyeceğim… Olup biten gerçekleri hikâye edeceğim. Sözlerime inanmayacaksanız söyleyiniz, boş yere ne ben yorulayım ne de siz rahatsız olunuz.”
Büyük hanımla Fikriye Hanım ikisi birden haykırarak:
“Yoook bak kılavuz kadın, daha şimdiden söz kesmeye kalkma… Şükriye Hanım’ı kendi hâline bırak… Bildiği gibi anlatsın… Ebeci gebeci, ara yerde sen neci? Alacak adam orada, varacak kadın burada… Senin bu işteki çıkarın, yetkin doğru dürüst söz getirip götürerek beş on kuruş kazanmak… Bunun ötesi var mı? Kes sesini! Biz burada iken sana lakırtı düşmez!”
Kılavuz kadın: “Peki peki sustum. Kızmayınız. Ömrümde hiç masal dinlemedim değil ya!.. Bir cadı hikâyesi de burada dinlemiş olurum…”
Yenge Emine Hanım gücenik bir bakışla:
“Daha söz başlamadan itiraza kalkışmak hiçbir kurala uymaz.
Eski eşiyle geçen serüveni hakkında bize hesap vermek, Şükriye Hanım’ın ne boynunun borcu?.. Allah razı olsun. Bu konuda bize karşı lütfediyorlar, incelik gösteriyorlar. Bu büyük iyiliklerini kötüye kullanmayalım.”
Şükriye Hanım: “Teveccühünüze teşekkür ederim hanımcığım. Siz benden insanlık adına bazı bilgiler soruyorsunuz. Gördüğümü, bildiğimi, daha doğrusu, uğradığım korkunç felaketi size olduğu gibi anlatmak boynumun borcu… Ben nasılsa vaktiyle bu bela ağına düştüm, bari başkası düşmesin. (Fikriye Hanım’ı göstererek) Yazık değil mi gül gibi taze… Ulu Tanrı kısmetini daha uygun bir yandan ihsan buyursun…”
Bu sırada hizmetçi kahve getirir. On üç on dört yaşında kırmızı yüzlü, yahni yanak, erkek suratlı bir Türk kızı… Anadolu’nun kimi illerine yaygın deri hastalığından dolayı başı yolunmuş, tıraş edilmiş, şimdi fırça gibi siyah saçlar fışkırmış. Erkek biçimini andıran ‘alabros’ saçların altından sarkan, pazardan alınmış boncuk küpeler, kulaklarında sanki bu yüzün hangi cinsten olduğundan, kadınlığından şüphe edilmemek için takılmış tuhaf yalancı bir belge durumu gösteriyordu. Kızın üstünde küçük, büyük ve erkek, kadın aile bireylerinin giydiklerinden birer örnek vardı: Kenarı kırmalı etekliğin küçük hanımın; parmak dikişli babayani hırkanın, büyük hanımın; yaşına göre hayli hürmetli olan ayaklarının topuklarından yine iki üç parmak kadar taşan terliklerin de efendinin eskileri olduğunu anlamak için büyük bir kavrayışa ihtiyaç yoktu.
Kızcağız, tepside ağız ağıza dolu fincanları taşırmamak için ellerini ileriye uzatıp belini içeri, kıçını dışarı vererek bayağı terazi ile ipte yürüyen acemi bir cambazın tehlikeli, özenli adımlarıyla geliyor; bir kazaya ön vermek korkusuyla sağ ayağını atınca dilini ağzının sol ucundan dışarı uzatarak şiddetle ısırıyor; sol ayağını uzatınca aynı eylem ağzının sağ yanında kendini gösteriyordu.
Kızı bu kötü huyundan vazgeçirmek için pek çok azarlamış olan Şükriye Hanım, bu kez de öfkelenerek:
“Ha!.. Nazikter!4 Dilini içeri sok! Terbiyesiz!”
Bu komutaya karşı zavallı Nazikter, birdenbire durdu. Oluveren sarsıntıdan tabaklara birer parça kahve döküldü. Bu suç Nazikter’den çok hanımda idi. Çünkü kızın ağzında oynayan o dili, işleyen bir makinenin ‘regülatör’ü gibi bir hareket düzenleyicisiydi. Ona “Dilini çıkarma!” demek, “Kahveyi dök!” emrini vermekle birdi. Kızcağız odanın ortasında donakaldı. Melül melül hanımın yüzüne bakıyor, dilinin hareketine izin verilmedikçe elindeki tepsi ile bir adım daha ileri gidemeyeceğini hâliyle anlatıyordu. Şükriye Hanım öfke ile yerinden fırlayıp tepsiyi Nazikter’in elinden aldı. Birer parça dökülmüş kahveleri konuklara dağıttı.
Orada bulunanlar, Nazikter’in adına mı, diline mi, küpesine mi, terliğine mi, hangisine güleceklerini şaşırdılar… Zavallı kızın, utancından şakaklarından aşağı nohut tanesi gibi ter dökülüyordu. Anadolu’da bir gün akşama dek sırtında taş taşımış olsaydı böyle İstanbulvari kahve vermek için attığı birkaç adımdaki güçlüğü belki çekmiş olmayacaktı.
Kızı dışarıya savdıktan sonra Şükriye Hanım:
“Bizim efendinin işi yok, herkes bize gülsün diye bunun adını Nazikter koydu. Hiç halat incelir mi kardeş? Bu kızın şöyle her bir kılı ayrı eğitime muhtaç… Uğraşa uğraşa bıktım. Ne yatmasını bilir ne kalkmasını ne yemesini ne söylemesini… Azıcık bir yeri ağrısa ‘Iş ana… Ben ölüyom!..’ diye danalar gibi haykırmaya başlar. Dışarı çıktığı vakit yanılıp da nerede olduğunu sorsanız ayakyolunda gördüğü işi size adlı adınca söyler… Birçok şeylerin adlarını bir türlü öğretemedim. Limona hâlâ ‘sulu zırtlak’ der… Yıllarla çalış, kelini, uyuzunu temizle, arla, pakla, adam et… Tamam biraz işe yarayacağı vakit koca zamanı gelir… İstersen verme… Sen ne kadar ağır davransan o, uşaktan, aşçıdan, arabacıdan kendine denk bir şey bulur… Senin bu geç davranmanın cezası olarak uygunsuzca baş göz olur. Bu çeşit kızları kullanmanın da işte böyle bin türlü derdi var…”
Ev sahibi hanım, konuklardan tütün içenlere yapılmış ince sigaralardan birer tane dağıttıktan sonra, bir de kendi yakar. Hikâyeye başlar.
6
Cadı Anne
“Bugün kaynanam evde yok. Size bu serüveni anlatmak için onun bulunmayacağı bir günü seçtim. Çünkü onun yanında eski eşimin adını ağıza almak büyük günahlardan bir şey işlemektir.
Hanımlar, hikâyem uzuncadır. Bunu önce söyleyeyim de canınız sıkılmasın. Meraklı, garip, acayip noktalarının açıklanması için birtakım kâğıtlar, belgeler gerekiyor. Bunların hepsini toplayarak bu akılalmaz serüvenimi yukarıdan aşağıya kaleme aldım. Çünkü bunun bütün ayrıntılarıyla anlatılması ve tasviri başka yolla olamazdı. Olayı size kimi kez kitaptan kimi de ağızdan anlatacağım…”
Şükriye Hanım, orta yerdeki masanın yanına, konuk hanımlara karşı gelecek bir durumda oturdu. Önce hazırlamış olduğu yazma serüven kitabını açarak başladı:
Naşit Nefi Efendi’nin evinde geçirdiğim serüvenin bazı saatlerini hatırladıkça içime fenalıklar gelir. Büyüdüm, yetiştim, gelinlik çağım geldi. Oradan buradan birçok isteyenler oldu. Annem güç beğenirlik etti. Nasılsa hepsi bozuldu. Birkaç yıl isteklerin arkası kesildi. Beni, evde kalacak diye velilerimi bir telaş aldı. En sonunda istekli olarak Naşit Nefi Efendi ortaya çıktı. Tam söz kesileceği sırada dedikodular başladı! Bu
4
Nazikter: Daha nazik, en nazik. (e.n.)