İlk Aşk. Иван Тургенев
bu oyuna kendilerini o kadar candan ve öyle can feda bir hâlde vermişlerdi ve genç kızın hâlinde tavrında o derece cazip, hâkim, işveli bir kuvvet vardı ki az daha kendimi tutamayarak haz ve hayretten bağıracaktım.
O nurani alına benim parmaklarımın da böylece dokunabilmeleri için hayatta çok şey verirdim.
Tüfeğim otların üstüne düştü; her şeyi unuttum.
Şu hoş, müstesna vücudu, onun can alıcı boynunu, güzel ellerini, beyaz bir örtü altında hafifçe dağılmış olan saçlarını, yarı kapalı ateşli gözlerini, uzun kirpiklerini ve üzerinde bu kirpiklerin gölgeleri düşmüş taze yanaklarını gözlerimle yer gibi seyrediyordum.
Ta yanı başımda peyda olan bir ses işitildi:
“Delikanlı! Delikanlı! Yabancı genç kızlara bu kadar dikkatle bakmak yasaktır!..”
Titredim. Taş kesilmiş gibi oldum. Yanı başımda, çitin öbür tarafında siyah saçları kısa kesilmiş bir adam durmuş, alaycı bir hâlde bana bakıyordu. Aynı dakikada genç kız bize doğru döndü. Hareketli, canlı bir yüzde kara bir nur saçan iri gözlerinin önünde kalmıştım; bu necip yüzde ansızın bir tebessüm parladı, donmuş birer beyaz nur hâlinde olan dişlerini gördüm; kaşları, yukarı doğru tatlı bir şekilde çekilmişti.
Kıpkırmızı olmuştum. Birden tüfeğimi kavradım ve arkamdan hoşnutlukla akseden kahkahalardan kaçarak odama atıldım.
Yüzüm ellerimin içinde idi.
Kalbim, göğsümde çatlayacakmış gibi atıyordu. Son derece utanmış olmakla beraber büyük bir saadet de duyuyordum. İçimde ismini hiç işitmediğim ve hatta kendini bilmediğim bir heyecan dalgalanıyordu…
Dinlenip sükûn bulduktan sonra saçlarımı düzelttim, esvaplarımı fırçaladım, çaya indim. Genç kızın hayali hep gözlerimin önünde idi. Artık kalbim o kadar kuvvetle atmıyor; tatlı bir baskı altındaymış gibi sıkılıyordu.
Babam birden sordu:
“Nen var? Karga vurdun mu?”
Az kaldı her şeyi anlatacaktım, kendimi nasılsa tutabildim. Ve içimden güldüm.
Gece yatarken sebebini hiç bilmediğim hâlde odamda dolaştım, saçlarıma pomat sürdüm, düzelttim. Yatağa öyle girdim. Bütün gece derin bir uyku uyudum. Güneş doğarken bir an içinde uyandım, başımı kaldırıp etrafıma vect ve hayranlıkla baktıktan sonra başımı yastığa yeniden koyup uyudum.
III
Ne yapmalı? Ne yapmalı da şunlarla tanışmalı, görüşmeli?
Uyandığım zaman ilk düşüncem bu oldu. Daha sabah çayından evvel bahçeye indim; fakat çite doğru yaklaşamadım, kimseleri göremedim.
Çaydan sonra, sokağa çıkınca komşumuzun evinin önünden birçok defa geçtim ve pencerelerine uzaktan gizli gizli baktım. Bir an, onun yüzünün perdenin arkasında olduğunu zannettim. Utandım, çabucak kaçtım. Bununla beraber surların eteklerine kadar uzanan kum ovası üzerinde maksatsız, hedefsiz dolaşırken düşündüm ki ne olursa olsun, onunla münasebet tesis etmek lazımdır…
Fakat nasıl?
Nasıl? Mesele buradaydı!
Bir gün evvelki tesadüfümüzü en küçük teferruatına kadar zihnimden geçirdim. Bilmem neden o sahneden gözlerimin önüne en kolay, en tabii ve en sık olarak gelen manzara onun simasında şahit olduğum tebessümdü.
Ben böyle kıvrana kıvrana türlü türlü projeler yaparken talih benim hesabıma çalışmıştı.
Ben yokken anneme komşumuzdan bir mektup gelmişti. Bu, kül rengi bir kâğıt üzerine yazılmış… Zarfın üstü kara, yalnız postanelerde ve bayağı şarap şişelerinin kapanmasında kullanılan pek adi bir mühür mumu ile kapatılmıştı. İmlalar yanlış, ifade düşük, yazı bozuktu. Bu mektupta prenses, annemden himaye rica ediyordu. İfadesine nazaran, kendisinin ve çocuklarının talihi ellerinde olan zevatla annem pek ahbaptı ve prensesin çok mühim davaları onlar vasıtasıyla halledilebilirdi.
“Asil bir kadının asil bir kadına müracaatı şeklinde size iltica ediyorum ve böyle bir fırsattan istifade ile mesut bulunuyorum.” diyor, sözlerini annemi ziyaret edebilmek üzere müsaade ricasıyla bitiriyordu.
Annemi bunalmış bir hâlde buldum. Babam evde yoktu; annemin fikir soracağı kimseler yoktu; asil kadına, özellikle bir prensese cevap vermemek imkânsızdı. Fakat neler söylemesi lazım geleceğini bir türlü kestiremiyordu.
Fransızca olarak yazmayı münasebetsiz buluyordu. Rusça imlaya gelince, bunda annem de kuvvetli değildi; bunu takdir ediyor ve çekiniyordu.
Beni görünce sevindi ve hemen prensese gitmemi, zatı asilanelerine faydalı olmaya her zaman hazır olduğunu, saat birde gelip görüşebileceğini söylememi emretti.
En gizli emellerimin bu kadar beklenmeyen bir şekilde ve bu derece çabuk gerçekleşmesi beni aynı zamanda hem sevindirdi hem korkuttu. Heyecanımı anneme göstermedim; odama çıkıp yeni kravatımı taktım, yeni ceketimi giydim. Ev içinde ayrı kısa bir ceket ve artık hoşuma gitmemeye başlamış olan devrik yaka kullanıyordum.
IV
Pavyonun bütün vücudum gayriihtiyari titreyerek girdiğim dar ve iyi temizlenmemiş kapısında karşıma kır saçlı bir uşak çıktı. Esmer rengi bakıra çalıyordu. Donuk gözleri çok ufak, alnı ve şakakları bir misli daha görülmemiş şekilde çizgilerle dolu idi.
Elinde bir tabak, tabağın içinde etleri dökük bir ringa balığı iskeleti vardı. Sokak kapısına gelmek için açtığı kapıyı ayağıyla kapayarak sordu:
“Ne istiyorsunuz?”
“Prenses Zasekin evlerinde midirler?”
Bu sırada, kapının ötesinden bir ses geldi; uşak bana arkasını döndü. Esvabının ne derece harap, berbat bir şey olduğunu, ceketinin, -o da paslı- tek bir düğmesi bulunduğunu gördüm. Elindeki tabağı yere bırakarak odaya girdi.
Aynı kadın sesi sordu:
“Şekere gittin mi?”
Uşak bir şeyler mırıldandı. Sual devam etti: “Biri mi geldi? Ya, komşuların oğlu mu? Peki al.”
Uşak geldi, tabağı kaldırarak karşıma dikildi, “Salona buyurunuz!” dedi.
Çarçabuk ceketime çekidüzen vererek salon diye gösterilen oracıktaki odaya girdim.
Bu, küçük ve temiz bir oda idi; fakirane eşya ile şöyle böyle bezenmiş bir yer. Pencerenin yanında bir kolu kırık bir koltukta çirkin, eski, yeşil bir rop giyinmiş, boynuna yünden alacalı bir atkı atmış ellilik bir kadın oturuyordu.
Ufak siyah gözleri beni delip geçecek sandım. İlerleyip selam verdim:
“Madam Prenses Zasekin’e hitap şerefiyle mi mübahi2 bulunuyorum?”
“Ben Prenses Zasekin’im. Ya siz? Mösyö P…’nin oğlu musunuz?”
“Evet size annem tarafından geldim.”
“Buyurunuz. Vonifati! Vonifati! Anahtarlarım nerede? Gördün mü?”
Prensese annemin cevabını bildirdim. İri kırmızı parmaklarıyla cama vurarak dinledi.
Bitirdiğim zaman, gözlerini yeniden üzerime dikti.
“Peki, elbette giderim… Ne kadar da gençsiniz! Müsaadenizle, kaç yaşında olduğunuzu sorabilir miyim?”
Biraz kekeleyerek cevap verdim:
“On altı!”
Prenses,
2
Mübahi: Övünen, iftiharda bulunan. (e.n.)