Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
kolay ne meslek olabilir? İnsan her ne öğrenmek isterse istesin, bilgi sermayesini bir çalışma karşılığında kazanabilir. Yeğeninin dünyada tek bir allame kesileceğini umarak İstanbul’da birtakım boş ümitlerle ağzı açık bekleyen amcasını Meftun, her hafta yalancı bir mektupla kandırarak o Fransız ülkesinde girmeyi mümkün gördüğü müesseselerden dolaşmadığını bırakmadı. Ama hep alargadan dolaşıyor, kayıtlı öğrenci sıfatıyla hiçbir yere girmiyor, dinleyici sırasında bulunabileceği müesseseleri, üniversiteleri dolanıyor, hiçbir kitap açmadan, zahmetsizce, kulaktan bir bilgin oluverip meydana çıkmak istiyordu.
Her ay bir çıkın parayla bir de uzun nasihat mektubu gönderen amcasını aldatmak için sahte diplomalar düzenlemeyi göze aldırmaya karar vardı. Zavallı adamı aldatmaktaki bu başarı kolaylığını görünce müesseselerde dinleyici diye bulunmak yorgunluğunu da bir yana atar gibi oldu. Gelsin kafeşantanlar,51 konserler, balolar; bu gece Folies Bergères’de, yarın Olympia’da, öbür gün Eldorado’da… Artık okumaya değil, uyumaya bile vakit bulamıyordu. Aşk ve sevda Vezüv Yanardağı gibi kaynamada…
“Les Dessous de Paris” adıyla Paris’in üstünden başka bir de altı vardır. Buraları sefillerin kuyuları, cehennemleridir… Gece yarısından sonra Paris’in bütün ahlak bayağılığının gizli tarafları, kötülükleri, rezillikleri bu çukurlarda akacak bir yer bulur. Öyle acayip, garaip, bazen iğrenç, müthiş, tehlikeli vakalara, canlı levhalara tesadüf olunur ki bu manzaralarla ilk defa karşı karşıya gelenler, nefretlerinden titrerler… Yanlarına bir rehber yahut kılık değiştirmiş bir polis almadıkça, yabancılar bu kaza bela kuyularına inemezler. Buralardaki “sous”ya52 gecelenir. Bu ücret karşılığında barınma hakkı boylu boyunca uzanıp yatmak değildir. Bir masanın önünde, baş iki ellerin arasına alınarak öyle oturmak vaziyetinde uyumaktır. Sahipleri pek misafirsever olmayan bu mağaralara bazen o kadar müşteri hücum eder ki gelenlere oturdukları hâlde sızmak için bile yer bulunmaz.
Meftun parasız kalarak Brasserie Moraud’da, Fradin’de bir iki akşam geçirmişti. Fakat bu sefil barınışlarının züğürtlükten olduğunu söylemez, “Ben oralarda par curiosité,53 daha doğrusu etüt yapmak için kaldım.” derdi. O gecelerin birinde yanı başındakilerden şöyle bir konuşma dinleyerek hatıra defterine yazmıştı:
“İşte arkadaş, iri bir pehlivan bit yakaladım. Yarışa korum. Ehli Hayvanlar Semizlik Yarışması Komisyonundan birinci mükâfatı bundan başkası kazanamaz. Bunun besililiğinden, yetiştiği tarlanın besleme gücünün yerinde olduğu anlaşılıyor. Benden yağlı kim var içinizde? Mahsullerine güveniyorsan bir tane de sen tut, dövüştürelim…”
Meftun Paris’in altını üstünü dolaştı. Her yerini öğrendi. Amcasından gelen paranın düzenli harcanmasını temin edemediğinden ay başında zengin, sonunda iki cebi tamtakır bir züğürt olurdu.
Amcası yeğenine uzun, hikmetli ve ustaca nesir yazarı cümlelerle nasihat vermekten bıkmadı. Ama Meftun, kendi gidişine uygun bulmayarak yave54 saydığı bu uzun lakırtıları okumaktan usandı. Çok defa “Yavrum, dünyada insan bilginin değerini anlamış, söz dinler ve sebatlı kimselerden olmalıdır ki…” kılıklı bir mukaddemeyle başlayan verimsiz nasihatlere rastlayınca yeğen bey pürhiddet “Oooof, gene seni mi dinleyeceğiz? Nasihati ne yapayım? Paraya bakalım!..” diye alay ederek amcasının gerek düşünce bakımından gerek el yazısı bakımından özene bezene hazırladığı o canım mektubu okumadan bir tarafa fırlatır, zarftan çıkan çeki cebine atarak bankadan paraları almaya koşardı.
Meftun Paris’in altını üstüne çevirdi, bütün edebiyat ve bilgi veren yerlerle edep dışı yerleri hep gezdi, tozdu da amcasının paraca ettiği fedakârlıklara ve hele verdiği nasihatlere rağmen hiçbir şey tahsil edemedi mi? Etti… Bu hakikat nasıl inkâr olunur? Bir insan iyiden kötüden her gün iki şey öğrense dört beş senede bu kadar malumat eder. Kendini üzmeden, zihnini yormadan, kolaylık rüzgârı beynine lüzumlu, lüzumsuz, faydalı, zararlı neler getirip tıktıysa onları öğrendi. Az bilmek ve bildiğini insan ilminin son noktası, kendini de “âlim-i küll”55 zannetmek, böyle öğrencileri gerçekten ziyade hayale, ciddilikten ziyade bilgiçlik taslamaya götürür. Şarlatanlık bu gibi noksan bilgilerden çıkar, şarlatanlar işte böyle yetişir. Şarlatanlık da bir çeşit tekniktir. Bu teknik, öğrenmekten ziyade istidatla gelişir. Bu mesleğin az çok, bazı bilgi dallarına mensup olanlarla kızıl cahillere kadar dereceleri vardır. Evet, şarlatanın da yükseği, alçağı olur. Şarlatanın en açık alameti, hiçbir hakikat karşısında susturulmuş olmaya dayanamayarak seksen dereden su getirmeye uğraşmak; sözle, kalemle her bahse katılmak; bilmediği şeylerden bilir gibi bahsetmek; bilgisizliğini örtmekte büyük başarı göstermek; bazı bahislerini ömründe bir defa okuduğu veya Allah saklasın hiç okumadığı ilimlerde, bilgilerde ihtisas iddia etmek; iki kere iki dört eder kesinliğiyle iddialarının saçmalığı ispat edildiği hâlde asla kanaat getirmeyerek “Düşmanıma derdimi anlatamadım ki!” sözünden ayrılmamak; hasılı, Nuh deyip durmak; kaleminden çıkan saçmaların sırf gerçek olduğuna herkesi inandırmak için sıkılmayı bir yana atarak her yolu mübah saymak; karşısındakinin ileri sürdüğü fikirler ne kadar açık, düzgün, ispat edilmiş hakikatlerden olsa gene anlamaz görünerek meseleyi safsataya, palavraya boğmak; nihayet hasmını usandırarak, nefret ettirerek, iğrendirerek münakaşa meydanından püskürtmek… Sonra dönüp okuyuculara başarmış bir tavırla “Gördünüz mü? Şiddetli bir kesinlikle nasıl hasmımın ağzına ot tıkadım? Münakaşaya gücü yetmedi, işte kaçtı…” demek… Bununla da kanaat etmeyerek sözde, yazıda sırasını kollayıp “Bu bahiste zaten geçenlerde filan efendiyi susturmuş olduğumuz cihetle…” cümle parçasını sıkıştırarak o safsata meydanının terlemez, kızarmaz bir kahramanı olduğunu ilandan geri durmayıp ahmakları kudretine hayran, gerçek severleri alaylı gülüşlere, daha doğrusu tiksintiye mecbur etmek…
Meftun bu şarlatanlık meziyetlerinin hepsine sahipti. Edebiyatçılardan, şairlerden, tarihçilerden, bilginlerden, teknik erbabından en ileri gelenlerle bunların en meşhur eserlerinin isimlerini ezberlemişti. Her neden bahis açılsa bir fihrist cetvelinden ileri varamayan bilgisiyle hemen söze atılır; yaş, kuru, lakırtı karıştırırdı. Hakikat öyle değildir diyenlere karşı bin maval okur, “Sizin aklınızda iyi kalmamış. Ben gayet iyi biliyorum ki mesele dediğim gibidir.” cevabını korunmak için kendine siper edinir. Saçmalarını reddetmek için o bahisteki sözleri tek delil sayılmış itibarlı kitaplardan birinin sayfaları şahitlik için açılıp gözüne sokulsa “Hakikat gene benim dediğim gibidir. Burada yazar nasılsa yanılmış…” demeye kadar vararak insanı çatlatır. Meftun’un Paris’teki tahsil bölümlerinde derinleştirmediği cihetler hiç yoktur dersek yalan söylemiş, hakkını inkâr etmiş oluruz.
Kahramanımız ilk hevesle Paris’te bazı müesseselere devam zahmetine katlandığı esnalarda dinlediği derslerden, ilim bahislerinden defterlere öteberi notları yazardı. Ama bu defter sayfalarının büyük kısmını ciddi notlardan ziyade argo dili terimleri çeşidinden manasızlıklarla doldururdu.
Mesela ciddi bir ilmin notlarına ayrılmış sayfaların kenarında Paris külhanileri dilinin adi kelimeleri görülür; tarihe, edebiyata ait faydalı, mühim bahislerin sayfa çevrelerinde aşağıki garip terimlere tesadüf olunur:
Yüksek şapka Edebiyat kitap ve defterlerinin sayfa kenarlarında bu kelimelerle yapılmış öyle edepsiz cümleler vardı ki onlardan buradan bir örnek vermeye bile kalem utanır.
Meftun’un
51
Kafeşantan: İçkili, çalgılı kahvehane. (e.n.)
52
Dönemin takriben yirmi parası. (e.n.)
53
Merak yüzünden. (e.n.)
54
Yave: Anlamsız, saçma sapan söz. (e.n.)
55
Âlim-i küll: Her şeyi bilen. (e.n.)