Şıpsevdi. Hüseyin Rahmi Gürpınar
Hanım:
Yaş yetmişken seksene doğru adım adım ilerlemekte…
Hanımninenin kendine sorarsanız onun fikri elli beşte demir atıp hiç ilerlememek… Söz bir Allah bir, her sene rakam değiştirmeye ne lüzum var… Fakat Şekure Hanım’ın bu hesabı birçok cihetten pot gelir. Sırıtır. Kadınninenin bu sözüne güvenmek lazım gelirse ellisini aşmış bulunan büyük kızı, yani Meftun’un annesi Lütfiye Hanım’ın yaşı otuz sularında bulunmak, otuza yaklaşan Meftun’u on yaşına indirmek ve ağabeylerinden biri altı, öbürü on bir yaş küçük olan Raci ile Lebibe’nin yaşlarını sıfıra indirip ikisini de henüz analarından doğmamış, yani mevcut olmayan kimseler saymak gerekiyor.
Şekure Hanım’ın hesabındaki bu garabet bazen alay olmak için kendisinden sorulur. Kendisi elli beşinde olunca Meftun’un yaşı on ve öteki iki torunun da henüz dünyaya gelmemiş olması icap ettiği anlatılır… Kadınnine kaşlarını çatarak:
“Meftun’u mu söylüyorsunuz? O daha dünkü çocuk ayol… Daha yaşı ne başı ne? Benim gözümde o hâlâ on yaşında bile değil…”
“Ya Raci ile Lebibe? Bunlara bir yaş tayin etmek istesek nasıl olacak? Altışar aylık demiş olsak ikisini de insafsızca büyütmüş olacağız…”
“A, Raci, Lebibe… Onlar mı? İlahi, ben onları adamdan sayar mıyım hiç?”
Şekure Hanım’ın karşısındaki bu sıkıcı suallerinde biraz daha ısrar edip “A büyük hanım, tuhaf söylüyorsunuz… Kızınız Lütfiye Hanım ilk çocuğu Meftun Bey’i sekiz yaşında mı doğurdu?” demiş olsa şu cevabı alır:
“Hemen de öyle ya! Evvelden kızları şimdiki gibi yirmi beşine kadar bekletmezlerdi. Pek erken kocaya verirlerdi. Ben, merhuma tamam on iki yaşımda vardım.”
Sözün ucu bir kere bu yola dökülünce lakırtı büyür. Şekure Hanım ta gelinliğinden başlar, merhumla geçirdiği hayatın bütün safhalarını tatlı yerlerinde sırıtıp göz süzerek, acı noktalarında geğirip ah ederek anlatır. Lakırtıdan boğazı kurur, bir iki yudum su içer, gene anlatır… Kadınninenin hikâyesini tamamlaması, karşısındakinin dayanma gücüne göredir. Dinleyende ne kadar sabır görürse o kadar anlatır… Bazen sözden pek yorgun düşerse beş on dakika kadar uyku kestirir. İşte bu uyku sırasındaki ara, dinleyici için güzel bir fırsattır. O gözlerini yumar yummaz hemen büyük hanımın sohbetine karşı bulunmaktan kaçmalıdır. Eğer dinleyici yerini bırakmakta ihmal edilir, ağır davranılırsa kadınnine gözlerini açar açmaz sorar:
“Ne anlatıyordum?”
“Gelinliğinizi…”
“Sözün neresine geldikti?”
İşte bu suale cevap bulmak acayiptir. Büyük hanımın sözlerinde bir başlangıç, bir orta, bir son yoktur ki… Bazen başı sona, ortayı başa getirir. Anlatılan hikâye baştan aşağı bir mantık örgüsünden mahrumdur. Sözün neresinde kalındıydı? O noktayı tayin için büyük hanıma yardım etmeli, bunu düşünmeli. Filan yerde kaldıktı diye bir söz atınız da ne olursa olsun. O noktanın eski noktaya tam tamına uyması pek beklenmez. Büyük hanım bu meselede güç beğenir değildir; “Ha, evet.” der, gene başlar. Gene o eski sözler. Fakat o kadar ucu bucağı gelmez vadilere dallandırılıp budaklandırılır ki dinleyene göz kararması, âdeta baygınlık gelir. Bu lakırtı tufanından kurtulmak için kadınninenin bir ikinci uyku nöbetini beklemekten başka çare yoktur. Çünkü ondan evvel kalkmak isterseniz “Ayol otur. Allah’ını seversen dinle… İşte bitiyor…” antlarıyla eteğinizden çeker.
Böyle çok söylemek büyük hanım için bir hastalık, bir illet, tabii bir ihtiyaçtır. Ne kadar çok söylerse o kadar derdini dökmüş, hafiflemiş, âdeta ferahlamış olur. Bu hastalığın aslı, sebebi vardır. Ama onu kimseden değil, büyük hanımın kendisinden dinlemelidir. Şöyle başlar:
“Ben gençliğimde bir içim su idim. O kadar güzeldim, o kadar güzeldim ki, afet yanımda halt etsin. Evet, bir içim su idim. Şimdi ne suyum kaldı ne selim. Kupkurudum, o da başka bir hikâye… Sen de kocar, inşallah benim gibi olursun da anlarsın yavrum. Gelin olduğum gün sokaklar seyirci almadı. Görenler cemalime parmak ısırdılar. Merhum kocam beni koltuklayıp da odaya çıkardığı zaman kapı kapandıktan sonra şöyle bir yüzüme baktı. Vallah hayatı gitti de bayatı kaldı. Bayılacaktı da su yetiştirdim. Ama sonradan pek kıymetimi bilmedi. Böyle vakitsiz kocadım işte. O zaman gelinliğimi bilemedim. Çocuktum. Koca nedir? Ev bark nedir? Farkında bile değildim. Hey kuzum hey… Başımda kavak yeli eserdi… Rahmetliyi sorarsan yanaklarından kan damlar, gürbüz, on dokuz yaşında bir delikanlıydı. Bastığı yeri bilmezdi. Bir ateş parçası afacandı. O bir zirzop, ben bir zirzop. İkimiz de ana baba kıymetlisiydik. Üzerimize titrerlerdi. Mürüvvet görmek olursa da öyle olsun… Bizim karı koca, bir dediğimiz iki olmazdı. O zaman, doğurmaktan başka işim yoktu ki, senede bir tane… Vasfiye’m, Hüsnü’m, ah kara kaşlı Bedri’m… İki aylıkken kara toprağa girdi. Hep bu yavrucuklarımı birbiri arkasına gömdüm. (Bir iki geğirip yaşarmış gözlerini mendiline siler, elini hırkasının cebine sokar. İki üç diş kakule çıkarır, ağzına atar. Üst çenesinde biraz sağda, alt çenesinde biraz solda bulunan iki dişi arasında kakule tanelerini çiğnemek için üst ve alt çene kemiğini iki aykırı cihete çarptırır. Geviş getirir gibi bir şeyler yaptıktan sonra) Ah, o zamanları ne kadar gözyaşı döktüm. Nasihat verenlerin sözleri hiç kulaklarıma girmediydi. Sonra efendim, ne geldiyse başıma gene doğurmaktan geldi. İkinci çocuğumda, işte bu Meftun’un anası Lütfiye’mde lohusa döşeğindeyken bana al basmış, daha kırkımı çıkarmadan beni odamda yalnız bırakmışlar. Yanı başıma bir süpürge olsun koymamışlar. Al basmış da nasıl basmış? Bilemiyorum. Kendimden haberim yok. Beni göstermedikleri hekim, okutmadıkları hoca kalmadı. Mümkün değil, eskisi gibi zihnimi toplayamadım. Lakırtıyı, çok şükür, söylemesine söylüyorum. Fakat söylenilen şeyi pek anlayamıyorum.”
Ev halkı, büyük hanımın çalçeneliğine uğramamak için pek yanına yanaşmazlar. “Acık beni dinleyiniz.” davetiyle ettiği ricalara, verdiği antlara pek kulak asmazlar. Zavallının sohbet canlılığını, lakırtıcılığını tecrübe eden misafirler de yanına yaklaşmakta ihtiyatlı davranırlar. Zavallı kadın, konuşmak için âdeta ağaçtan adam arar. Bazen sohbet hasretiyle günlerce yanıp yanıp da konuşacak kimse bulamayınca torunu dört yaşındaki Hasene’yi ciddi bir dinleyici gibi karşısına oturtur, kocakarılara mahsus dedikoduculuğun bütün mantıki münakaşalarını o kadarcık çocuğun reddine veya tasdik etmesine bırakarak söylenir durur.
Alışkanlıkları: Kışın tandırda oturmak. Üstüne yorgan örtülmüş o sıcak kümbetin çekme gözüne kuru üzüm, leblebi doldurarak ağzı lakırtıdan boş kaldıkça yemişle uğraşmak. Şekure Hanım’ın sözüne göre ağız denilen organı tembel, kapalı bırakmak âdeta günah sayılır. Ya lakırtı ya da yemişle o iki çene işlemeli… Ağzı biraz dinlenecek olursa senelerden beri devam ettiği çene jimnastiğine güya gevşeklik gelir, lakırtı idmanı bozulur.
Yemek sırasında bir eliyle kendi yemek, öbürüyle ekmek için yemeklerin suyuna batırıp batırıp sofra altındaki kedisi Pamuk’un karnını doyurmak. Hastalığı zamanında hekim ilacına değer vermemek, iyileşmeyi kendi ilaçlarından beklemek, daha olmazsa kurşun döktürmek…
Sevdiği yemekler: Turşu lapası, çılbır, tirit, nazlaç… Tatar böreği, piruhi!
Meftun’un zorlamasıyla evin yaşayışı alafrangaya döküleli tandır ortadan kaldırılmış, ona karşılık soba kurulmuş olduğundan zavallı kadınnine, artık yoluyla ne leblebilerini ısıtabiliyordu ne de dizlerini… Turşu lapasını sorarsanız, işte ona büsbütün hasret