Yaşam Savaşı. Чарльз Диккенс
h şehrinde doğdu. Asıl adı Charles John Huffam Dickens’dır. İngiliz yazar ve toplum eleştirmeni olan yazar Victoria Devri’nin en iyi romancısı olarak kabul edilir. Yaşadığı sürede eserleri benzeri görülmemiş bir üne sahip oldu ve yirminci yüzyılda içlerinde Tolstoy’dan George Orwell’e kadar pek çok yazarın bulunduğu edebî dehalar ve eleştirmenler tarafından kabul gördü. Romanları ve kısa öyküleri ile dünya çapında tanındı.
Babasının borçları yüzünden hapishaneye düşmesi sonrasında fabrikada çalışabilmek için okuldan ayrıldı ve düzgün bir eğitim alamadı. 1835 yılında Morning Chronicle gazetesine stenograf olarak girdi. Aynı yıl içinde Boz takma adıyla Boz’un Karalamaları başlığında notlar yayımlamaya başladı.
1837’de tanınmasını sağlayan Mister Pickwick’in Serüvenleri adlı kitabını yayımladı. Aynı yıl içinde Catherine Hogarth ile evlendi. 1840 yılında ölen baldızı Mary’e ithaf ettiği Antikacı Dükkanı romanını yayımladı. Kurguladığı karakterlerde çoğunlukla çevresindeki kişilerden ilham aldı. 1843 ile 1846 arasında yaptığı seyahatlerde dönemin ünlü yazarlarıyla tanışma fırsatı buldu. Bu dönemde yine Daily News gazetesini ve Household Words dergisini çıkardı.
Oliver Twist (1839), Bir Noel Şarkısı (1843), David Copperfield (1850), İki Şehrin Hikâyesi (1859), Perili Ev (1859), Büyük Umutlar (1861), Edwin Drood’un Gizemi (1870) gibi önemli eserleri başta olmak üzere dünyaca tanınmış pek çok esere imza attı.
Yazarlık kariyeri boyunca 15 roman, 5 uzun öykü, yüzlerce kısa öykü ve kurgu dışı makale yayımladı. Bunların yanında çocuk hakları, eğitim ve diğer toplumsal konularda mücadele verdi.
1858 yılında karısından ayrılan Dickens, bu dönemden itibaren yine sık sık seyahate çıktı ve konferanslar verdi. 1870’te de şöhretinin zirvesindeyken Gadshill’deki evinde istirahate çekilmek zorunda kaldı ve 9 Haziran 1870 tarihinde öldü.
BİRİNCİ BÖLÜM
Bir zamanlar, ne zaman olduğunun pek bir önemi yok, kudretli İngiltere zamanlarında, nerede olduğunun önemi yok, çetin bir savaş sürdürülüyordu. Bu savaş, çimlerin yeşil olduğu uzun bir yaz gecesinde gerçekleşiyordu. Yüce Tanrı’nın elleriyle çiy damlalarına hoş kokulu kadehler olsunlar diye yarattığı pek çok kır çiçeği, o gün yapraklarının kanla minelendiğini ve yavaşça yitip gittiklerini hissetti. Narin rengini zararsız yaprak ve otlardan alan pek çok böcek, o gün ölen adamlarca yeniden renklendirildi ve normalde seçmeyecekleri yollardan korkuyla kaçıştı. Boyanmış kelebek, kan damlalarını kanatlarının ucuyla havaya serpti. Irmak kırmızı renkte aktı. Ayaklar altına alınmış yer, adamların ayak izleri ve atların toynak izlerinin içinde toplanan kasvetli birikintiler yüzünden, batan güneşin altında parlayan bir bataklığa dönüştü âdeta.
Tanrı bizi, uzaktaki tepenin ardından yavaşça göğe yükselirken, görüntüsü ağaçların yapraklarıyla yumuşayan ve bulanıklaşan ayın gözüne çarpan o sahneyi, bir zamanlar yüzleri analarına dönük, onların göğsünde yatan ve keyifle dinlenen yüzlerin yerlerde ölü yattığı o sahneyi görmekten alıkoysun. Tanrı bizi, bütün bir günün emeği ve sonra da ölümü ile ızdırabının olduğu o sahnenin üstünden uçup giden lanetli rüzgâr tarafından fısıldanan sırları duymaktan alıkoysun! O mücadelenin izleri silinene kadar kaç gece ay savaş meydanını aydınlattı, kaç yıldız aşağıya bakarak yas tuttu ve dünyanın her yerinden gelen kaç rüzgâr oraların üstünde esti kim bilir?
Uzun süre pusuda bekleyip gizlendiler ancak çok az şeyin içinde devamlılıklarını sürdürebildiler çünkü insanların vahşi tutkularından çok daha üstün olan tabiat, kısa süre içinde sükûnetini yeniden kazandı ve bir zamanlar masumken olduğu gibi yine o savaş meydanına bakıp gülümsedi. Tarla kuşları üstünde şakıyor, kırlangıçlar yükseliyor, inişe geçiyor, uçuşuyordu. Uçan bulutların gölgeleri birbirlerinin ardı sıra ilerliyor; çimlerin, mısır ve turp tarlalarının, ormanın, ağaçların arasında yuvalanmış komşu kasabanın kilise çanı ve çatısının üstünden geçiyor, kırmızı gün batımının artık gözden kaybolmaya başladığı parlak ufka varıyorlardı. Mahsuller ekiliyor, bu mahsuller büyüyor ve toplanıyordu. Kızıla dönen ırmak, bir su değirmenini çeviriyordu. Saban süren adamlar ıslık çalıyorlardı.
Çapa ve ot yolma işleriyle uğraşan çiftçiler sessiz gruplar hâlinde çalışıyorlardı. Koyunlar ve öküzler otluyordu. Oğlan çocukları kuşları korkutmak için tarlalarda neşeyle bağırıp çağırıyorlardı. Ufak evlerin bacalarından duman yükseliyor, Şabat çanları huzurla çalıyordu. Yaşlılar yaşıyor ve ölüyordu. Tarlanın ürkek canlıları ve kırlardaki, bahçelerdeki sıradan çiçekler alın yazıları gereğince büyüyor ve soluyordu. Bunların hepsi de büyük mücadele sırasında binlercesinin yitip gittiği o vahşi ve kanlı savaş meydanında gerçekleşiyordu.
Ama ilk başta büyümekte olan mısırda, insanların üzüntüyle baktıkları yeşil, derin yamalar vardı. Bunlar seneler içinde tekrar belirdi ve insanlar bu bereketli yamaların ardında toprağı zenginleştiren şeyin, birbirinden hiçbir ayrımı olmadan toprak altında yatan onlarca erkek ve atın kalıntısı olduğunu biliyorlardı. Seneler boyunca buraları süren çiftçiler, oraları yer bellemiş kocaman kurtlardan ürktüler ve seneler boyunca topladıkları hasada Savaş Hasadı adını verip bir kenara ayırdılar; kimse elinde kalan Savaş Hasadı yığınının ne zaman biteceğini öngöremedi. Uzun yıllar boyunca her taşın altından savaşın bir izi çıktı. Uzun yıllar boyunca savaş meydanında ölümcül mücadelelerin verildiği noktalarda yaralı ağaçlar, kırık çitler ve duvar parçalarıyla tek bir ayrık otunun dahi büyümediği çıplak alanlar görüldü. Uzun süre boyunca tek bir kız, ölüm arazisinden alınmış en güzel çiçeği bile saçına ya da göğsüne takmadı ve bundan uzun seneler sonra bile orada yetişen yemişlerin onları toplayan kişilerin elinde leke yapacağına inanıldı.
Ancak zamanın akışında, mevsimler gibi çatışmanın kalıntıları da aynı yaz bulutları gibi yok oldu; bir süre sonra yalnızca şömine başında akla gelen ve her sene azalarak yok olan kocakarı hikâyelerine dönüşmeden önce, civardaki kişilerin akıllarında yer eden izlere dönüştüler. Uzun süre dokunulmadan duran kır çiçekleri ve yemişlerin olduğu yerlerde bahçeler yapıldı, evler yükseldi ve çocuklar evcilik oynadı. Yaralı ağaçlar zaten çoktan Noel odununa dönüştürülmüş, cayır cayır yanan ateşlerde yakılmışlardı. Koyu yeşil yamalar artık yerin altında yatanların zihinlerinden daha belirgin değildi. Arada sırada tırpana paslı bir metal parçası takıldığı oluyordu ama bunların ne tür bir amaca hizmet ettiğini anlamak zordu ve bulanlar da yalnızca merak etmekle kalıp ortaya teori atmakla yetiniyorlardı.
Kilisede asılı, çizikler içinde ufak bir zırh ve miğfere bebekken hayranlıkla bakmış olan kişi bile artık yaşlı bir adamdı ve zırhı, kilise duvarından ayırt etmekte zorlanacak kadar kördü. Eğer bu arazinin üstünde katledilmiş olanlar bir anlığına zamansız ölümlerinin yatağı olan o noktaya düştükleri şekilde canlanabilmiş olsalar, yüzlerce yaralı ve solgun asker bu yuvaların kapı ve pencerelerinden içeri bakar, bu sessiz evlerin ocaklarından yükselir, ahır bölmelerinde ve ambarlarda istiflenirler, beşikteki bebek ile anasının arasına girer, ırmakla birlikte akar, değirmende döner durur, meyveliği doldurur, çayır çimeni ezer ve erzak depolarına ölmekte olan adamları yığarlardı. Binlerce, hem de binlercesinin büyük mücadelede öldüğü savaş meydanı o kadar değişmişti ki. Belki de ballıbabalarla dolu bir ön bahçesi olan eski taş evin yanındaki meyvelik kadar hiçbir yer değişmemişti. Burada aydınlık bir sonbahar sabahında, yarım düzine çiftçi kadın merdivenlerin üstünde durup elma toplarken ve ara sıra aşağıda olanlara bakıp neşeyi paylaşmak için dururken müzik sesleri ve kahkahalar eşliğinde iki kız neşeyle bahçede dans ediyordu. Bu hoş, canlı ve doğal bir sahneydi. Gün güzeldi, etraf sakindi; hiçbir derdi ve tasası olmayan bu iki kız, kalplerinden taşan mutluluk ve özgürlükle dans ediyorlardı.
Eğer görünmez olsaydık, bana kalırsa -ki bu benim kişisel fikrimdir ve umarım benimle hemfikir olursunuz- şimdi olduğumuzdan çok daha mutlu ve şimdi olduğumuzdan çok daha keyifli yarenler olurduk. Bu kızların dans edişini izlemek çok keyifliydi. Merdivenlerin üstünde elma toplayanlar dışında tek bir izleyicileri yoktu. Kızlar onlara keyif verdikleri için mutlulardı ama asıl kendilerini keyiflendirmek için dans ediyorlardı (ya da en azından biz böyle olduğunu düşünüyoruz).
Onlar nasıl