Yaşam Savaşı. Чарльз Диккенс
(gerçi o çok daha az makul ve daha inatçı biridir, kadın olduğundan dolayı) ve anlaşamadığımız için nadiren görüştüğümüz evde kalmış kız kardeşim Martha Jeddler için de olsa fikrimden dönmem. Ben bu savaş meydanında doğmuşum. Daha küçük bir çocukken bile aklımda savaş meydanının gerçek tarihi dönüp duruyordu. O zamandan beri de her ne kadar etrafım iyi analar ve benimkiler gibi iyi kız çocuklarıyla dolu olsa da gözüm bu çılgın savaş meydanı dışında bir şey görmedi. Aynı tezatlık her şeyin başını çekiyor. Bir insan böylesine hayret verici uyumsuzluklar karşısında ya güler ya da ağlar. Ben gülmeyi tercih ediyorum.”
Sırasıyla her konuşmacıyı olabildiğince dikkatli ve nemrut bir ifadeyle dinleyen Britain’ın ağzından kaçan kasvetli ses eğer bir gülme isteği olarak adlandırılırsa, onun da aynı fikirde olduğunu söylemek mümkün olabilirdi. Ancak yüzünde ne gülme öncesi ne de gülme sonrası en ufak bir değişim olmuştu. Hatta sesten ürken birkaç misafir kaynağı bulmak umuduyla etrafa bakınsalar da kimseyi göremediler. Şüpheliyi tek keşfeden, görevdeki diğer hizmetli Clemency Newcome olmuştu. O da en sevdiği uzuvları olan dirseklerinden biriyle adamı dürterek neye güldüğünü sordu.
“Sana değil!” dedi Britain.
“O zaman kime?”
“İnsanlığa.” dedi Britain. “Şaka oydu.”
“Bu da efendisi ve avukatlarla vakit geçire geçire iyice şaşırdı!” diye bağırdı Clemency, aklı başına gelsin diye adamı diğer dirseğiyle dürterek. “Tam karşında olduklarını görmüyor musun? Uyarı mı almak istiyorsun?”
“Benim bir şey bildiğim yok.” dedi Britain, ağır gözler ve ifadesiz bir yüzle. “Hiçbir şey umurumda değil. Bir şey anlatmaya çalıştığım yok. Bir şeye inandığım yok. Bir şey istediğim de yok.”
Gene durumunun bu bedbaht özeti ümitsizlik nedeniyle biraz abartılmış olsa da Benjamin Britain -Bazen Büyük Britanya’dan farkı olsun diye Ufak Britain diye anılırdı. Yani sanki biri Eski İngiltere diğeri de Yeni İngiltere gibisinden.– gerçek durumunu aslında kelimelerle anlatılabileceğinden çok daha güzel anlatmıştı. Rahip Bacon için hizmetlisi Miles neyse, Doktor için de o olduğundan ve Doktor’un günbegün değişik kişilere varlığının bir kaza ve saçmalık olduğunu anlatmasını dinlediğinden, bu zavallı hizmetkâr öyle bir iç çatışma ve karmaşaya düşmüştü ki doğruluğun dibi bile onun düşüncelerinin derinliğiyle karşılaştırıldığında yüzeysel kalıyordu. Açık ve net biçimde anladığı tek şey bu tartışmalara Snitchey ile Craggs tarafından sunulan savlar olsa da bunlar da hiçbir zaman meseleyi netleştirmez, yalnızca Doktor’a avantaj sağlar ve haklılığını kanıtlardı. Bu nedenle hukuk bürosu sakinlerini akıl durumunun sebebi olarak görür ve onlara mesafeli davranırdı.
“Ama bu bizim meselemiz değil, Alfred.” dedi Doktor. “Bugün madem benim yandaşım olmayacaksın -kendin dedin- ve âdeta ilkokul ile Londra’daki eğitimlerinin sana sağladığı engin öğrenimlerinin tümünü lütfetmekten geri durduğun için ki zaten benim gibi basit bir köy doktoru buralarda öğrendiklerini anlamlandırma yetisine sahip değildir, bir de buna ek olarak dünyaya açılacaksın. Zavallı babanın yasakları artık geçerli olmadığından git ve kendinin efendisi ol, onun ikinci arzusunu yerine getirerek yabancı tıp okullarında üç sene geçir. Zaten bu zaman bitmeden çok önce bizi unutmuş olursun. Ne üç yılı! Altı ayda unutursun sen bizi!”
“Eğer unutacak olsam ki unutmayacağımı biliyorsunuz, sizinle neden konuşayım!” dedi Alfred gülerek.
“Ben bilmem!” diye cevapladı Doktor. “Sen ne diyorsun Marion?”
Fincanıyla oynayan Marion, kelimelerle söylemese de sanki Alfred’in, yapabilse her şeyi unutmaya hazır olduğunu söylüyor gibiydi. Grace kızarmaya başlayan bu yüzü kendi yanağına yapıştırıp gülümsedi.
“Umarım fazla güvensiz davranmamışımdır.” dedi Doktor. “Ama her ne olursa olsun bugün resmî görevlerimden azat ediliyorum diyebiliriz. Snitchey ve Craggs dostlarımız da bir dolu hesap kitap ve belgeyle fonları sana devretmek (keşke daha fazlası olsaydı ama artık sen büyük adam olup o işi halledersin) ve o tarz işler için buradalar. İşimiz birkaç belge imzalayıp yolumuza bakmak.”
“Biz de kanunlar uyarınca şahit olacağız.” dedi Snitchey, tabağını ileri itip ortağının çıkardığı kâğıtları masaya koyarak. “Bendeniz ve Craggs, fon söz konusu olduğunda Doktor Bey’le ortak olduğumuzdan iki hizmetlinizin de imzaları onaylamasını rica edeceğiz. Okuma yazmanız var mı Mrs. Newcome?”
“Evli değilim efendim.” dedi Clemency.
“Ah, affedersiniz. Bunu tahmin etmeliydim.” diyerek kıkırdadı Snitchey, gözünü bu olağanüstü şahsiyetin üstünde gezdirerek. “Okuma yazmanız var mı?”
“Biraz.” diye cevapladı Clemency.
“Evlilik sözleşmesi, sabah ve akşam gazeteleri ha?” diye yorumda bulundu Avukat, şakayla karışık.
“Hayır.“ dedi Clemency. “O kadar zorunu değil. Ben yüksük okuyabiliyorum.”
“Yüksük okuyabiliyorsun ha!” dedi Snitchey. “Sen neden bahsediyorsun genç kadın?”
Clemency başını salladı. “Bir de muskat rendesi.”
“Bu da ne deli şey çıktı başımıza! Tam Yüksek Yargıç’ın karşısına çıkarmalık.” dedi Snitchey, kadına bakarak.
“Üstüne kayıtlı bir mal olsa belki.” dedi Craggs.
Ancak Grace araya girip bu nesnelerin her birinin üstünde bir slogan işlenmiş olduğunu ve böylece kendisine pek kitap okuma şansı verilmemiş olan Clemency Newcome’ın cep kütüphanesini oluşturduğunu söyledi.
“Ah öyle desene! Miss Grace!” dedi Snitchey. “Evet, evet. Ha, ha, ha! Dostumuzun bir aptal olduğunu sandım. Gerçekten tam bir aptala benziyor.” diye homurdandı, burnu büyük bir edayla. “Peki yüksükte ne yazıyor Mrs. Newcome?”
“Ben evli değilim, beyefendi.” dedi Clemency.
“Neyse Newcome, o zaman. Oldu mu şimdi?” dedi Avukat. “Yüksükte ne yazıyor Newcome?”
Clemency’nin nasıl bu soruya cevap vermeden önce ceplerinden birinin derinliklerine bakıp yüksüğü bulamadığını, sonra da öbür cebini açıp sanki en derinlerde çok değerli bir inci varmış ve o da kazıya başlamış gibi her birini tutması için Britain’a verdiği; mendil, dibi kalmış bir mum, pörsümüş bir elma, bir portakal, şans parası, kuzu kemiği, asma kilit, iğnedanlık, daha çok bahçe makasına benzeyen kılıflı bir makas, bir avuç kadar incik boncuk, birkaç parça pamuk, bir çalışma odasına sığacak kadar parşömen kâğıdı, bir kurabiye gibi alakasız parçalar çıkardığını anlatmaya kelimeler yetmez.
Ya da cebinin âdeta boğazına yapışıp onu nasıl köle ettiğini (çünkü cebin en yakın kaçış yoluna için sağa sola oynamak gibi bir eğilimi vardı) anlatmamız da güçtü çünkü insan anatomisi ve yer çekimiyle görünüşte uyumsuz bir tavır takınmıştı. Sonunda yüksüğü zafer edasıyla parmağına geçirdi ve muskat rendesini salladı. Bu incik boncuk üzerinde artık ne kadar edebî metin kalmışsa açıkça görülüyordu ki fazla sürtünmeden dolayı bozulmakta ve solmaktaydı.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив