Yaşam Savaşı. Чарльз Диккенс
hışırdayan ağaç dalları, parlak yapraklar ve yumuşak yeşil zemine yansıttıkları benekli gölgeler, araziyi yalayarak geçen ve uzaktaki değirmeni döndüren heyecanlı, tatlı, ılık rüzgâr, kızlar, adam ve bayırın dibinde duran, sanki dünyanın sınırındaki son varlıklar gibi görünen saban ekibi arasındaki her şey de âdeta dans ediyor gibiydi.
Sonunda kız kardeşlerden genç olanı nefessiz kalarak ve neşeli kahkahalar arasında dinlenmek için kendini banka attı. Diğeri de yakınındaki ağaca yaslandı. Avare keman ve arp sanki özgünlükleriyle övünüyor gibi müziği zirvede kestiler ama işin aslı dansa uyum sağlamak için o kadar hızlı çalmışlardı ki yarım dakika daha devam edemezlerdi. Merdivenlerinin tepesinde elma toplayanlar mırıltılar eşliğinde bir alkış tutturdular ve anın motivasyonuyla kaldıkları yerden arı gibi çalışmaya devam ettiler.
Belki de öncesine göre daha da şevkle çalışmaya başladılar çünkü Doktor Jeddler bizzat -bilmeniz gereken şey buranın Doktor Jeddler’ın evi ve dans edenlerin de Doktor Jeddler’ın kızları olduğudur- neler olduğunu ve daha kahvaltı bile edilmemişken arazisinde kimin müzik çaldığını görmek için hışımla dışarı çıkmıştı. Zira Doktor Jeddler harika bir filozof olsa da müzikle pek arası yoktu.
“Bugün müzik ve dans ha!” dedi Doktor, olduğu yerde mıhlanarak. “Ben bugünden ürküyorlar sanıyordum. Âdeta çelişkiler dünyası. Hele size ne demeli Grace ve Marion?” diye ekledi yüksek sesle. “Dünya bu sabah çığrından mı çıktı?”
“Biraz keyiflen baba, olmaz mı?” diye cevapladı küçük olan kızı Marion, babasının yanına gidip doğrudan yüzüne bakarak. “Bugün bazılarımızın doğum günü.”
“Doğum günü mü çiçeğim?” diye cevapladı Doktor. “Her gün birilerinin doğum günüdür, sen bunu bilmiyor musun? Kaç kişinin sırada olduğunu bilmiyor musun? Ha! Ha! Ha! Bu konuyu ciddiye almak imkânsız. Yaşam denilen bu abes ve saçma işe her saniye yeni birileri dâhil oluyor.”
“Hayır, baba!”
“Tabii ki senden bahsetmiyorum, sen artık kadın oldun neredeyse.” dedi Doktor. “Bu arada.” dedi ve yüzünün yakınındaki güzel yüze baktı. “Sanıyorum bugün senin doğum günün o zaman.”
“Hayır! Bunu gerçekten söylemiş olamazsın baba!” dedi şirin kızı, öpücük beklentisiyle dudaklarını uzatarak.
“Al! Alacağın bir tek sevgim kaldı.” dedi Doktor, kızına bir öpücük vererek. “Yeni bir gün denilen şu fikir de mutluluk olsun. Bunun gibi saçma bir kavrama mutluluk dilemek artık ne kadar mantıklıysa.” dedi Doktor kendi kendine. “Ben de az değilim. Ha! Ha! Ha!”
Doktor Jeddler, daha önce de belirttiğim gibi muhteşem bir filozoftu ve felsefesinin temelini, dünyaya her şey âdeta bir eşek şakasıymış, herhangi aklı başında birinin ciddiye alamayacağı kadar saçmaymış gibi bakması; inanç sistemini ise kısa sürede anlayacağınız üzere, üzerinde yaşadığı savaş meydanı oluşturuyordu.
“Tamam da müzik nereden geliyordu?” diye sordu Doktor. “At hırsızlarından geliyordur kimden olacak. Peki, halk ozanı kimdi?”
“Müziği Alfred ayarladı.” dedi kızı Grace, yarım saat önce kardeşinin o taze güzelliğine olan hayranlığı nedeniyle kendi elleriyle yaptığı ve dans sonunda dağılan çiçekten tacını düzelterek.
“Ah! Demek müziği Alfred ayarladı, öyle mi?”
“Evet. Kasabaya gelirken bakmış, müzik de kasabadan çıkıyor. Adamlar yürüyerek seyahat ediyorlarmış ve dün gece buralarda dinlenmişler. Bugün de Marion’ın doğum günü olduğundan ve Alfred de bunun Marion’ın hoşuna gideceğini düşündüğünden onları bana ithafen yazmış, eğer benim için de uygunsa Marion’a serenat yapmaya geldiklerini belirten bir notla buraya göndermiş.”
“Aman aman.” dedi Doktor, umursamadan. “Hep de senin fikrini soruyor.”
“Benim fikrim de olumlu olduğu için.” dedi Grace, iyi niyetle ve bir anlığına süslediği saçlarından dolayı gurur duyarak. “Ve Marion da neşeli olduğu, dans etmeye başladığı için ben de ona katıldım ve nefessiz kalana kadar Alfred’in müziğiyle dans ettik. Müzik de Alfred tarafından ayarlandığı için bize daha bile neşeli geldi. Öyle değil mi Marioncığım?”
“Ah, bilmiyorum Grace. Alfred’den bahsetmene gıcık oluyorum.”
“Âşığından bahsetmeme mi gıcık oluyorsun!”
“Onun adını duymayı o kadar da istemediğimden eminim.” dedi kararlı güzellik, elindeki çiçeklerden bazılarının yapraklarını koparıp yere atarken. “Neredeyse onun adını duymaktan bıkkınlık geldi. Benim âşığım olmasına gelince de…”
“Hişşş! Bir kalpten bahsederken böyle hafife alma, özellikle de o kalp sana aitse, Marion.” diye bağırdı ablası. “Şakayla karışık bile olsa. Dünyada Alfred’inki kadar saf bir kalp daha yoktur!”
“Hayır! Hayır!” dedi Marion, kaşlarını umursamaz bir düşünce ifadesiyle kaldırarak. “Belki de yoktur. Ama bunun çok da ahım şahım bir özellik olduğunu sanmıyorum. Ben, ben onun içten olmasını falan istemiyorum. Ondan böyle bir şey istemedim. Onun benden beklentisi… Ama Grace, canım, neden ondan bahsediyoruz ki şimdi!”
Yetişme çağındaki kardeşlerin birbirine sarılmış, ağaçların arasında keyifle değil de ciddiyetle ancak yine de sevgiden ödün vermeden sohbet eden hâllerini görmek çok hoştu. Küçük olan kız kardeşin gözlerinin yaşlarla dolması, çok hararetli ve derin bir konunun söylediği şeyin inadıyla harmanlanıp ve acı verici bir hâl almasını izlemek ise tuhaftı doğrusu. Aralarındaki fark -yani yaş anlamında olan fark- dört seneyi geçmezdi. Ama Grace, iki kardeşin başında bir anne olmadığından (Doktor’un eşi rahmetliydi) kardeşine karşı nazik ilgisi ve ona karşı kendini adamışlığıyla olduğundan çok daha yaşlı görünüyor ve tabiatı gereği kardeşiyle şımarıkça rekabetlere girmekten ya da onunla birlikte çocuk olmaktan çok uzak, yaş farklarının açıklayabileceğinden çok daha fazlasını göstererek yalnızca gerçek sevgi ve anlayışıyla varlığını sürdüren biri hâline gelmişti. Böyle bir analık hissi, gölgeler altında bile kalbi sıcacık yapıyor ve bu yüce varlığı melekler katına yükseltiyordu!
Onlara bakan ve konuşmalarının niyetini işiten Doktor’un konu hakkındaki fikri başta sınırlıydı. Gençlerin hoşlanılan ve sevilen şeylerin saçmalığına rağmen heyecan duymaları ve bu tür sırdaşlıklar sırasında ciddi bir konudan bahsedilebileceğine dair inançları hiç şaşmazdı, hiç!
Ama yine de Grace’in yuvasına düşkün, kendinden vazgeçmiş özellikleri, onun nazik ve çekingen iyi huyluluğunun yanında fazlasıyla sebat edip ve cesur olması babasına göre, daha küçük ve daha güzel olan çocuğuyla onun arasında büyük bir tezat oluşturuyordu. Adam büyük kızına acıyordu. Aslında yaşam bu kadar gülünç bir iş olduğu için ikisine de acıyordu. Doktor, çocuklarına ciddi bir konuda mı plan yapıyorlar diye sormayı aklının ucundan bile geçiremezdi ama sonuçta o bir filozoftu.
Doğası gereği nazik ve cömert bir adam olan Doktor, tesadüfen bazen nazik ve cömert adamların ayağına takılan, altını süprüntüye dönüştürmek ve değerli şeyi değersizleştirmek gibi ölümcül bir özelliği olan Felsefe Taşı’na (simyacıların aradığı nesnelerden çok daha kolay keşfedilen) rastlamıştı.
“Britain!” diye bağırdı doktor. “Britain! Hey!”
Şaşılası derecede keyifsiz ve memnuniyetsiz bir yüze sahip olan ufak bir adam evden çıktı ve bu çağrıya pek de heyecanlı olmayacak şekilde: “Söyleyin bakalım!” diye cevap