Otlakçı. Мемдух Шевкет Эсендал
iyi etmişim de dövmemişim. Bir de üstelik çocuk öldürecekmişiz. Eh, istediği de istenmez bir şey değil ya, çocuk istiyor! Kim de duysa ona hak verecek. Sustum. Sen olsan ne yapardın? İşin kötüsü o değil. Kadın doğuracak diye, kaynanamı bize çağıracağız. Anladın mı, elmasım? Hem çağırdık da… Ne yapalım? Kadın acemi, doğrusu ben de baktım, Ermeni karısı ile döner iş değil. Çağırdık ama kaynanam, ‘Ben genç kızlarımı evde yalnız bırakamam, geçen sefer yangın olmuş, kızlar korkularından çıldırıyorlarmış.’ dedi. Baktım, olur gibi değil, ‘Eh, kızlarını da beraber getir.’ dedik. Kadın kızlarını da aldı, geldi. O gün bugündür de bizdedirler. Benim bir kızım oldu, kadının memesi şişti, delindi, süt veremez oldu, kendi de hasta. Ha bugün iyi olur, kaynanam evine gider, ha yarın derken, bizim kız yaşına girdi girmedi, anası bir kere daha gebe kaldı. Anlaşıldı ki kaynanam evine gidemeyecek. Hiç olmazsa bize yardımı olur, kaynatamın kahve tütün parası çıkar diye onların evlerini kiraya verdik, kaynanamın kocası, çocukları da bize geldiler, olduk elmasım, on bir kişi! Anladın mı? Bende hesap kitap kalmadı. Bu on bir can, bir bana bakar. Nerelere ne kadar borcum vardır, bilmem. Daireden ne kadar para aldım, onu da bilmem. Bereket versin, bizim daire kaldırır. Başka bir yerde olsaydım, şimdiye kadar beni çoktan yüzdürürlerdi. Şimdi işten çıkınca buraya kadar sarkarım, adamakıllı kafayı tutar eve giderim, gidince de sızarım. Hiçbir şey duymam, hiçbir şey de görmem. Sabah olunca da çok günler, esbaplar sırtımda kalkar, hemen evden fırlarım. Bak elmasım işte… Ne kılığa girmişim! Üstüme başıma bir bak, kılığıma bir bak… Üstelik karı ile kaynanam da komşu komşu gezer, sarhoştur diye beni çekiştirirler.”
ARABACI ALİ
Geceden yola çıktık. Ayaz vardı. Gün biraz yükselince gecenin soğuğu yerine ıssı bir sıcak kırları kapladı. Yaylının eskimiş, deri kaplı tentesi kızdıkça bana da ağırlık basmaya başladı. Uyukluyorum. Arabacım, uzun boylu, yirmi yaşlarında kadar, yanık yüzlü, eğri bakışlı bir oğlan. O da uyuklayacak gibi duruyor. Sinekler bıraksa belki atlar bile uyuyacaklar. Dört yanımız, dümdüz bir ova; bir ufacık tepecik bile yok. Ovanın yüzünde sanki kızgın alevler uçuşuyor. Gün ilerledikçe uzakta kararan dağlar akçıl bir sisle buğulandı. Ara sıra gözlerimi açıp bakıyorum, dağlar hep o dağlar, ova hep o ova. Sanki hiç yerimizden kımıldamamışız.
Arabacı’ya:
“Sür bakalım şu senin atları, gidelim.” diyorum. Dizginleri tartıyor, kamçısı ile gönülsüzce vuruyor. Atlar hiç aldırmıyorlar. Ben de yeniden uyuklamaya koyuluyorum. En sonunda arabanın içine uzandım. Uyumuşum.
Uyandım, araba duruyor. Arabacı da atlarını söküyor. Nereleri geçmişiz, nereye varmışız, bilmiyorum. Yıkılmış kerpiç duvarlar, damları çökmüş odalarla çevrilmiş eski bir han avlusundayız.
Arabacı’ya sordum:
“Burası neresi?” dedim.
“Yakup’un Hanı, derler.” dedi.
“Ne olacak, burada kalacak mıyız?” dedim.
“Atlar bir yem kestirsin, gene gideriz.” dedi.
Arabadan indim, sıcaktan, uykudan bunalmışım, kafam şişmiş. Arabacı’ya yardım eden bir adam var, ondan sordum:
“Sen hancı mısın?” dedim.
“Hancıyım.” dedi.
“Kahven var mı?”
“Yok.”
“Çay?”
“Yok.”
“E, nen var?”
“Bir şey yok.”
“Bir serin yerin de yok mu?” diye sordum. Hancı sesini çıkarmadı. Belki de anlamadı. Onun yerine Arabacı, eliyle içi karanlık görünen bir açık kapı göstererek:
“Giriver oraya.” dedi.
Girdim. Burası karanlık, serin bir yer. Gözlerim bu karanlığa alışınca bir yanda bir seki, onun karşısında boş bir ocak, yanında duvara dayanmış dolu iki çuval gördüm. Sekinin yarısına kadar eski bir kilim serilmiş. Kilimin üstüne çıktım. Orada sekinin toprak olan yerine uzandım. Biraz sonra Hancı ile Arabacı da geldiler. Onları dinliyorum. Ama ne konuştuklarını anlayamıyorum. Bir kadın ölmüş yahut öldürülmüş! Askerlik sözleri geçiyor. Konya’dan, Karaman’dan, Ereğli’den, Mut’tan, Tarsus’tan konuşuyorlar. Bir aralık benim için de konuştular. Öyle sezinledim ki Arabacı benim için epeyce doğru sözler söyledi. Bunları nereden, kimden öğrenmiş? Bu kır adamlarından kendini saklamak çok güçtür.
Baktım ki bunlar lakırtıyı uzatıyorlar. Benim de yeniden uykum geliyor. Başımı yerden kaldırmayarak Arabacı’dan sordum:
“Burada çok kalacak mısın?” dedim.
“Atlar yemini kestirsin, gideriz.” dedi.
Yeniden o kızgın güneşin altına çıkmaktan çekindiğim için olmalıdır ki ki sesimi kestim. Uyumuşum.
Uyandım, kendimi yalnız buldum. Arabacı ile Hancı dışarı çıkmışlar. Ben de çıktım. Arabacı atlarını koşmuş tekerleklere su döküyordu. Atlar da derin derin düşünüyorlar. Bu kurada3 beygirlere bakınca adamın kafasını çivi gibi delen güneşin altında bu sıcak kırları geçmenin ağırlığı gözümde büyüyordu.
Arabacı benden alıp Hancı’ya biraz para verdi, bindik, yola koyulduk. Şimdi uykum da yok. Böyle adım adım gitmekle bu uzun yol tükenmiyor. Biraz sürmek istersek atlar kesilecekler, büsbütün yoldan kalacağız. Bunu bildiğim için Arabacı’yı sıkıştırmıyorum. O da artık uyuklamıyor. Atlardan lakırtı açıldı, konuşmaya başladık. Ben:
“Atların çok durgun.” demiştim.
“Yiğit atı bizde korlar mı?” diyor.
“Ne yaparlar?” dedim.
“Tekâliften alırlar.” dedi.
“Artık tekâlif kaldı mı ya?”
“Kalmasın, şimdi de kaçaklar, alırlar.” dedi.
Sonra anlattı. Asker kaçakları varmış, buralarda geziyor, rast geldiklerini soyuyorlarmış. On gün önce bu hanı basmışlar, Hancı’nın karısını öldürmüşler.
“Yaaa! E, Hancı’ya dokunmamışlar mı?”
“Hancı kırda yatıyormuş. İşitmiş üstlerine gitmemiş.”
“Hııııım! E, şimdi tek başına burada nasıl duruyor?”
“Adamları vardır. Onlar da şimdi kaçakları kollarlar.”
“Biz kimseyi görmedik. Sen gördün mü?”
“Gösterir mi? Vardır.”
“Sen nereden biliyorsun?”
“Bilirim! Olmasa burada durur mu?”
“E, karıdan ne istiyorlarmış da öldürmüşler?”
“Onlar Hancı’ya gelmişler. Askerden garazları varmış, öç almak için…”
“Haaaa, soymak için değil.”
“Nesini soyacaklar! Hancı kendisi askerden yeni geldi. Bu han dört yıldır kapalı duruyordu.”
“Bırak, senin Hancı adam değilmiş.”
“Niçin?”
“Karıyı gözünün önünde kesmişler de üstlerine gidememiş.”
“Gitse ne olacaktı, onu da keserlerdi.”
“Keserler
3
Kurada: Gelişmemiş, cılız.