Otlakçı. Мемдух Шевкет Эсендал
bağ evlerinin damları görünüyordu. Konuşmuyorduk, gözlerimiz suya dalmış, belki de düşünmüyorduk da! O dalgınlık içinde, havada asılmış öten tarla kuşunu dinliyordum. Yanımıza bir adam geldi. Uzun boylu, zayıf, uzun bir fes giymiş; üstüne koyu renkli beyaz çiçekli bir yemeni sarmış, dizinde elifli şalvar, ayağında beyaz çoraplar, belinde ince şal kuşak, ipekli Hama kumaşından dar bir mintan giymişti. Gülerek:
“Efendi, Hacı Ali Efendi mahsus selam etti, buyursunlar.” dedi.
Ben arkadaşımın yüzüne baktım. O, Hacı Ali Efendi’yi tanıdı. Bana:
“Gidelim.” dedi.
O adamın arkasına düşüp gittik. Bağ uzakça imiş. Bizim buraya geldiğimizi nereden öğrenmişler, bilmem! Kapıdan girdik. Ufak bir aralık, bir kapıdan daha geçip büyük bağa geçtik. Asma çardağının altında üç-beş kişi oturuyorlardı. Bizi görünce ayaklandılar. Selamlaştık, birlikte oturduk. Yanımızda, geniş bir havuzun suları bir köşeden gelip karşı köşeden gidiyordu. Ev sahibi Hacı Ali’yi tanıdım. Gençten bir adamdı. Zengin çocuğu! Babası şehrin hemen yarı dükkânlarını, birçok evlerini, tarlalarını almış; buna bırakmış. Bu da oturmuş yiyor! Onu, çok istedik kumara alıştırsınlar; bu malları, dükkânları elinden alsınlar. Alıştıramadılar. Onun işi gücü, hastalığı, rakı! Babası hacca giderken bunu da alıp beraber götürmüştü. Hacdan dönüşte daha pek gençken hemen evlendirdi. Evlendikten sonra da bir dava vekilinin yanına çırak verdi. Babası ölünce Hacı Ali, İstanbul’a gitti, gezdi. Bir aralık oralarda oturdu, bir kadın daha aldı, döndü buraya geldi. Her gün başına üç-beş kişi toplayıp içer. Sarhoşluktan başka işi de yoktur.
Havuz başında oturanlar ile göz aşinalığım var. Bunlar dükkân, tezgâh, iş güç sahibi adamlar. İşte şu bir tanesi, büyük bir bakkaldır. Onun yanındaki de manifaturacı. Her gün gelip geçerken dükkânının loşça köşesinde bir ufak halı seccade üstünde diz çökmüş, terbiyelice oturmuş görürüm. Hemşehrileri buna Kahveci’nin Emin derler. Bu kahveci onun üvey babasıymış. Mektuplarında imzası Kahvecizade Emin Efendi’dir. Uzun boylu, kısa çember sakallı, cübbeli, şalvarlı, fesinin üstünde üç parmak abani sarıklı, güler yüzlü bir adam.
Ötekilerini daha az tanıyorum. Biri tüccardır ve zengin adamdır, bilirim. Hacı Mehmet, derler. Öteki genç, uzun boylu adam, bir un değirmeninin sahibi yahut sahiplerinden biridir. Adına Kırağazade Ali Efendi diyorlar. Bunlardan başka daha iki kişi var ki adlarını bilmiyorum.
Hepsi gülümsüyor, hepsi ikram ediyorlardı. Biri cıgara veriyor, öteki kibritini yakıyor, biri hatır soruyor. Bana öyle geldi ki bunların hepsi sarhoş. Orası rakı kokuyor, bunların da gözleri süzülmüş.
Hizmet edenler, bize büyük fincanla birer kahve getirdiler. Biraz konuştuk. Sonra aralarında bir fısıltı geçti. Hacı Ali, arkadaşımın kulağına bir şey söyledi. Arkadaş gülerek:
“Yok canım.” dedi. “Siz keyfinize bakın.”
Onlar sanki utanıyorlarmış gibiydi. Hizmetçiler bağ evinden ince uzun, tahta bir masa çıkardılar. Üstü rakılarla, mezelerle donanmıştı. Anlaşıldı ki buraya bir rakı sohbeti yapmak için gelmişler.
İçmeye başladılar. Yalnız çardağın bir kıyısında sessiz oturan iri yarı, hoca kıyafetli bir delikanlı kalkıp içmedi. Ötekiler, kolu ile dürtüp masayı göstererek bir başkası uzaktan “Hafız!” diye çağırıp sonra kaş gözle “iç” diye işaret ederek bizim gibi yabancıların yanında içmek istemeyen bu adamı zorluyorlardı. Biraz sonra, Hafız da dayanamadı; kadehin birini alıp bize saygı ettiğini gösterir gibi, başını yana çevirip dikti. Baktık ki o da rakının heveslisi değil, ustası imiş. Rakıyı içtikten sonra o utangaç duruşu ile gene diz çöküp oturdu. Birkaç kadeh içildikten sonra bu sefer Kahvecinin Emin arkadaşımın kulağına bir fısıltı daha geçti. Bu sefer de bizim arkadaş:
“Canım.” dedi. “Bunda düşünülecek ne var? Söyleyin gelsinler.”
Hizmet edenlere işaret ettiler. Biri bağ evine gitti ve biraz sonra iki genç çocukla beraber geldi. Bunlar çalgıcılarmış. Biri keman, öteki de ut çalıyor.
Bu adamlar ne kadar sarhoş olsalar teklifsiz olmuyorlar. Bağırarak konuşmuyorlar. İçlerinden en açık konuşanı Hacı Ali’ydi.
Çalgıcılar benim bilmediğim, hiç de işitmediğim türküler çalıyorlar. Bir aralık utçu, kısık, biraz da yanık bir sesle hüzünlü şeyler okumaya başladı. Ben, sanki senelerden beri kaybedip de bulamadığım bir şeyi bulmuş gibi bu adamın okuduklarını dinlemeye başladım. Zaten, şen şakrak olmayan meclis, bu okunan havalarla büsbütün somurtuk bir renk aldı. Ortalığa yırtıcı bir ahmaklık çöküyor gibi idi.
Gün devrildi. Bağa bir serinlik çöktü. İçimde sebepsiz bir küskünlük duyuyordum. Bir aralık karşımda cıgarasını içen Emin Efendi’nin soluk çehresi, kemiklerinin üstüne yapışmış pörsük derisi, mintanının yakasından çıkan uzun boynu, yutkundukça aşağı yukarı oynayan gırtlağı bana onun ölü çehresini düşündürdü. Onu, tabutunun içinde gördüm. Burun kanatları yapışmış, ağzı yarı açık kalmıştı. Arkadaşın kulağına:
“Biz artık gitsek…” dedim.
O da saatini çıkardı. Arabacının bizi beklediği de aklımıza geldi. Bu efendilerden izin istedik. İlk önce biraz ısrar ettiler, daha geleceklerimiz var birlikte eğleniriz, mehtapta birlikte döneriz, demek istediler. Biz kalmak istemedik. Arabayı bulup getirmek için bir adam yolladılar. Bu sırada dışarıdan birisi geliyordu. Hacı Ali onu görünce uzaktan sordu:
“Getirdin mi?”
Öteki:
“Getirdim.” dedi.
Hafız, yerinden kalkıp Hacı’nın kulağına bir şeyler söyledi. Sonra köşede oturan kara çember sakallı adam da yanlarına geldi. Üçü de bir yerde konuştular. Sonra yerlerine oturdular. Hacı Ali, yeniden bizim arkadaşın kulağına fısıldadı.
“Ne oluyor?” diye sordum.
“İki kadın getirmişler.” dedi. “Oynatacaklarmış.”
Bunların birine “Karamanlı Zarife” diyorlar. Ufak tefek, çok sevimli bir kadın. Ötekinin adını bilmiyorum. Onu, “Çalmalı” diye çağırıyorlar. Daha genç, daha iri bir kız. Zarife, meclise gelince teklifsizce selam verdi. Hacı Ali’ye bizim kim olduğumuzu sordu. Sonra Hacı Ali’nin bir sözüne cevap vererek:
“Adam.” dedi. “Gidinin elinden kurtulamadım. Sabahtan beri kapının önünü bekler!” Sonra, çalgıcıya gülerek:
“Savdın mı?” diye sordu.
Çalmalı, köşede oturan adamların yanına gitti. Bu kadınların, ikisinin de arkalarında basma entariler vardı. İkisinin de yüzleri boyalı, ikisinin de başlarında kat kat yazma yemeniler. Boyunlarında birkaç altın. Zarife’nin göğsünde yürek şeklinde ufak bir gerdanlık. Bir aralık Zarife, Hacı Ali ile konuşmayı bırakarak çalgıcıya:
“Çal, oğlan!” dedi.
Çalmalı’ya da:
“Kız, kalk oyna!” dedi ise de öteki aldırmadı. Masayı biraz kenara çektiler, oyun için yer açtılar. Kahvecinin Emin, kadehini doldurarak Zarife’ye verdi, o da aldı, içti.
Sonra Zarife, elindeki cıgarayı fırlatıp atarak kendi oynamaya kalktı. Çalmalı’ya da;
“Donuz kahpe!” dedi. “Bilmiyon mu, hastayım işte; kalkıp oynasana!”
Doğrusunu söylemelidir ki Zarife güzel oynuyor. Hacı Ali iki tarafa sallanıyor, Emin el çırpıyordu. Sonra öteki kızı oyuna kaldırdılar.