Elçine Armağan. Анонимный автор
her biri müstakil bir anlatının malzemesini oluşturacak farklı hayatları yansıtan hikâyelerle kurgulanmıştır. Bu hikâyelerin ortak noktası kahramanlarının komşuluk bağıyla birbirlerine bağlı olmaları, aynı mahallede ikamet etmeleridir: Anlatıcı Aliekber’in Tebriz’den çocukken Bakü’deki petrol madenlerinde çalışmak üzere babasıyla birlikte Bakü’ye gelen, babasının bir petrol kuyusunda boğulması üzerine çocuk yaşta kendi sorumluluğu üstlenen kondüktör olarak şehirlerarası trende çalışıp ailesini geçindiren babası Ağakerim’in hikâyesi; Aliekber’in fedakâr, becerikli, duygusal, kocasına saygıda kusur etmeyen annesi Suna Bacı’nın hikâyesi; kocası Gülağa’nın savaşta öldüğüne inanmayan, taziye kabul etmeyen, evdeki tüm saatleri susturarak zamanı dondurmaya çalışan, kocasının büyük boy resmi ile konuşan, sonunda aklını kaybeden ve günün birinde mahalleden kaybolan gelin Suna’nın hikâyesi; biricik oğlu Mehmetbakır’ın ihanetine uğrayan Aksakal Aliabbas Kişi’nin hikâyesi; altı yetim oğlunu tek başına büyüten baskın karakterli otoriter Hanım Teyze’nin hikâyesi; Koca’ya gönlünü kaptıran ancak Hanım Teyze tarafından evlenmeleri engellenince Muhtar’a varan ve kısa bir süre sonra intihar eden Adile’nin hikâyesi; doğsun diye eşiyle birlikte dut ağacını adak olarak diktikleri tek oğlu İbadullah hayırsız çıkan gözleri görmez Emine Teyze’nin hikâyesi; içip içip kör annesi Emine Teyze’yi para için tartaklayan, daima çevresine korku saçan ancak Rus ordusu Voronej’de direnirken sevinç çığlıkları atan İbadullah’ın hikâyesi; kavalıyla ve anlattıklarıyla mahalleye huzur saçan Balakerim’in hikâyesi; hasta karısı Kübra’ya özenle bakan, onun ölümünden sonra Kübra’nın çok değer verdiği çiçekleri devamlı sulayan ancak bu insanî tarafını silerek kafası kızdığında görevini ego tatmini için kullanan sosyalist rejimin maşası Muhtar’ın hikâyesi; çocuğu olmadığı için mahallenin çocuklarına hamur pişirerek ve saksıdaki çiçeklerine tüm ilgisini yönelterek kendisini teselli etmeye çalışan hasta Kübra’nın hikâyesi; aşık olduğu Adile’yi annesi istemeyince sesini çıkaramayan Tıp fakültesi öğrencisi Koca’nın hikâyesi; savaş başlayınca Amerika’da yaşayan oğlu Gavril’in yanına giderken gözyaşları içinde mahalleden ayrılan çekirdekçi Ziba Teyze’nin hikâyesi; bir türlü gerçek mutluluğu yakalayamayan, sonunda Balakerim ile evlenen Şevket’in hikâyesi; Hanım Teyze’nin kardeşi Abuzer ile evlenmek yerine gönül verdiği Ebulfeth’e varan ve kızı Adile’yi kaybetmenin acısını yaşayan Fatma’nın hikâyesi; karısı Fatma’yı, kızlarını ve torunlarını geçindirmek için gece gündüz kalpak diken papakçı Ebulfeyz’in hikâyesi; Adile’nin sırdaşı Tamara’nın hikâyesi; horoz şekeri, sakız, oyuncak gibi şeyler satarak ailesinin geçimini sağlayan ve tek oğlu İbrahim’e adeta kutsiyet atfeden ve oğlunun savaşta ölmesiyle yıkılan Meyrankulu Emmi’nin hikâyesi; ölmüş büyük şairlerin şiirlerinin kendisine ait olduğunu iddia eden Meyrankulu’nun oğlu İbrahim’in hikâyesi ve bu kimi trajik, kimi dramatik olan bu hüzünlü hikâyelerin kahramanlarıyla birlikte büyüyen, pek çoğuyla övünen, kişiliği ve hayata bakışı bu hikâyelerle şekillenen Aliekber’in hikâyesi.
Mahalleli hem mahalleye şekil verir hem de mahallenin ürünüdür. Bütün bu kalabalık şahıs kadrosu içinde anlatımı üstlenen Aliekber başkahramandır. Ancak romanın bir başkahramanı daha vardır. O da mahallenin kendisidir. Mahalle romanda sadece geçmişin yaşandığı bir mekân olarak yer almaz; cansız gibi görünen bu mekânın bir ruhu vardır; geçmişle birlikte bütün hayatı topladığı gibi hayata bakışı şekillendiren etkisiyle canlı bir hüviyet taşır. Aliekber de vak’a zamanı olan 2. Dünya Savaşı yıllarının üstünden 40 yıl geçtikten sonra, 1980’li yıllarda hafızasının tanıklığıyla geçmişi anlattığı anlatma zamanı içinde çocukluğunun geçtiği mahalleyi canlı bir varlık olarak gördüğünü ifade eder:
“ (…) çünkü sokaklar yalnız binalardan, yalnız asfalttan, taştan ibaret değildi. Bence sokakların da hafızası vardı, insanlar gelir gider, ama sokaklar kalır, sokakların ömrü insanların ömründen çok uzun oluyor, sokaklar yüz yıl, iki yüz, üç yüz yıl yaşıyor. Bu hususta düşününce bazen bana, karınca adında, fil adında, insan adında mahlûk olduğu gibi sokak adında da bir mahlûk varmış gibi geliyor”58
Sokağın yaşanmışlıklara tanıklık eden canlı bir varlık olarak kabulü beraberinde canlıların unutma özelliğine sahip olduğu realitesini de getirir. Romanın anlatma zamanı içinde Aliekber’in sarf ettiği şu sözler bu duruma dikkat çeker: “Eğer sokağın hafızası varsa, sokak canlıysa, bir şeyleri de unutuyor, hatırlamıyor demektir.”59
Aliekber 11 yaşında ayrılıp kırk yıl boyunca görmediği mahallesi ile ellili yaşların başında karşılaştığında bir yabancılık hissettiği gibi duyguların karşılıklı olduğunu, mahallenin de kendisini yadırgadığını düşünür; içini bir hüzün kaplar. Önündeki yılları aşıp geçmişe baktığında, gelecek mazi hâline geldiğinde aynı yabancılaşmayı hissedeceğini düşünmek hüznü derinleştirir: “Bu sadece kırk yılın ayrılık hüznü değildir. Bu sadece kırk yılın ebedî bir geçmişte kalışının, dönülmezliğinin hüznü değildir. Bu hüzün aynı zamanda geleceğin, daha doğrusu gelecekte kalmış beş yılın, on yılın, hatta kırk elli yılın ebedî bir geçmişte kalacağının şimdiden hissolunan hüznüdür.”60
ALİEKBER’İN HAFIZASINDA OLUMLU İZ BIRAKANLAR
MAHALLEYİ DAİMA YADIRGAYAN TEBRİZLİ AĞAKERİM: Aliekber’in babasıdır. Oğluna, büyüyünce yazar olacağını hissetmişçesine kalem ehli Mirza Aliekber’in adını vermiştir. Aliekber babası Ağakerim’i daima sıkıntılı, hüzünlü çehresiyle, sevincine bile hüznün karıştığını yansıtan çehresiyle, endişeli bakışlarıyla hatırlar. Ağakerim, daha çocukken babası ile Tebriz taraflarından gelip Bakü’deki petrol madenlerinde çalışmış, baba bir petrol kuyusunda boğulunca Ağakerim çocuk yaşta kendi sorumluluğunu üstlenmiş, Bakü’ye yerleşmiş, ömrü boyunca da bu şehre ve bu halka yabancı olduğunu hissederek yaşamıştır. Son derece uysal bir adamdır. Evlenince iç güveysi olarak karısının evine yerleşen Ağakerim mahallenin diğer erkeklerinin yaptığı gibi tavuk kesemese de, telaffuzu farklı olsa da, konuşmalarına Farsça sözcükler karıştırsa da mahalleli onu yadırgamaz. O da hiçbir sosyal görevini aksatmaz; cenaze ve düğünlere daima katılır. Bakü-Rusya hattında işleyen trende kondüktör olarak çalıştığı için ondan Rusya’ya dair haber sorarlar. Ağakerim sefere çıkınca haftalarca evinden uzak kalır. Tek amacı ailesini geçindirmektir; hasır sepeti ağzına kadar doldurarak eve geldiği zaman çok mutlu olur. Bu hasır sepet aile saadetini, huzurunu temsil etmektedir. Sepetin dolu olması bu bakımdan anlamlıdır. Bakü’den sık sık işi gereği uzaklaşması ve kendisini mahalleliye yabancı hissetmesi nedeniyle yaşadığı mahalleden “sizin mahalle” ifadesiyle bahseder. Babasının mahalleyi ötekileştirmesi Aliekber’i çok üzer: “Bu benim canımı sıkardı, çünkü ben bizim mahallenin aynı zamanda babamın da mahallesi olmasını isterdim.”61 Ağakerim’in en büyük derdi çocukluk arkadaşı Fetullah Hatem’in sık sık gazetelerde fotoğrafı basılan meşhur ve sosyalist rejim içinde nüfuzlu biri olması ve bir zamanlar aynı ekmeği bölüştüğü bu çocukluk arkadaşının kendisiyle görüşmeyi dahi reddetmesidir.
Askerî demiryolcu olarak 1943 yılının sonuna doğru savaşa katılır ve 1944’ün aralık ayında ölüm haberi gelir.
AĞAKERİM’İN DUYGUSAL EŞİ SUNA: Aliekber’in
58
Elçin Efendiyev.
59
Elçin Efendiyev.
60
Elçin Efendiyev.
61
Elçin Efendiyev.