Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler. Анонимный автор
gün İhsan’ın uyuşturucu satarken yakalandığı ve mahkemeye çıkacağı haberi verilir Turgut Bey’e. Avukatı ve ailesiyle birlikte o da mahkemeye gider. Orada bir sürprizle karşılaşır: Evinde günlerce baktığı uyuşturucu bağımlısı Nihat sanık sandalyesindedir.. Demek ki evinde günlerce baktığı kişi eski öğrencilerinden İhsan’mış. Orada İhsan’ın artık uyuşturucu bağımlısı olmaktan kurtulduğunu, avukatın olayı toplumsal bir sorun olarak ele alıp savunması sonucu İhsan’ın berat ettiğini görürü. Sevinir. İhsan’ın Nişanlısı da oradadır. Bu arada, Turgut Bey, İhsan’ın babasını da intihar etmek üzereyken son anda ölümden kurtarır. Roman “mutlu son”la biter.)
“Duygu dolu kucaklaşmalar, ağlaşmalar ve öpüşmeler, benim biraz uzakta durmamı gerektirdiği için yanlarına gitmedim.
Cemile Hanım İhsan’ın boynuna atıldı, İhsan annesine sarıldı, bir hasret yumağı oldular. Hiç konuşmadan, tek bir kelime söylemeden beş dakika kadar hasret dolu gözler bakıştı, hıçkırıklar konuştu, gözyaşları birbirine karıştı…
Nihayet, yarıda kalan kelimeler, cümleler telaffuz edilmeye başlandı:
“İhsan! Bundan sonra artık…”
“Evet anne! Bundan sonra hep beraber…”
“Bir daha ayrılmıyacağız değil mi yavrum?”
“Evet anne, hep beraber olacağız, hiç ayrılmayacağız, hiç!”
“Çok şükür yavrum, çok şükür kavuşturana!”
Kavala Adliyesinin koridorlarında, kederi sevince dönüştüren bu kucaklaşma, gelip geçenlerin dikkatini çekmişti, birbirine kenetlenmiş anne oğul yumağının etrafına epey insan toplanmıştı. Ben de bir yabancı gibi kalabalığa karışmıştım. Özellikle kadınlardan duygulananlar, ağlayanlar vardı.
“Nereli bunlar, ne dil konuşuyorlar acaba?” diye yanındakine sordu kadının biri.
“Türkçe konuşuyorlar, Batı Trakya’daki Türklerden olmalılar.” Diye yanıtladı diğeri. “Anne oğul yıllarca görüşmemişler. Oğlan tutukluymuş, bu gün tahliye edilmiş. Zavallı kadın ne ağladı da ne ağladı! Baksanıza hâlâ kopamıyor oğlundan!”
“Ana olsun da ağlamasın olur mu? Ağlayanlar ayrı ağlar, analar ise aynı ağlar. Dünyanın neresinde olursa olsun analık duygusundan boşalan gözyaşları aynıdır…”
Kucak dolusu dosyaları güçlükle taşıyabilen memur kalabalığı yarmaya çalışırken isyan etti:
“Yol verecek misiniz hanımlar! Lütfen müsaade edin geçelim. Panayıra çevirdiniz burayı! Çekilin de işimizi yapabilelim…”
İhsan, iki eliyle yüzünü ovuşturduktan sonra beni gördü ve koşarak yanıma gelip boynuma sarılırken:
“Size minnet borcum var Hocam. Bugünün mutluluğunu, bu anın sevincini size borçluyum! Size anlatacaklarım var, pek çok anlatacaklarım var!” dedi.
“Biliyorum İhsan, biliyorum. Senin bana anlatacakların var, benim de sana anlatacaklarım var,” dedim.”Önemli olan sonuca ulaşmaktı, bu anın mutluluğunu yaşayabilmekti. Hele hasretler giderilsin de ondan sonra görüşeceğiz, saatlerce, günlerce konuşacağız.”
“Alo! Emine! Evet Emine benim, müjdemi isterim. Mahkeme bitti, İhsan salındı.”
Emine’nin attığı sevinç çığlığı, İsmet’in cep telefonundan kulağımıza kadar geldi.
“Evet Emine, yanımda, İhsan yanımda. Veriyorum kızım, veriyorum, telefonu İhsan’a veriyorum.” Dedi İsmet.
İhsan birkaç adım ilerledi, telefonun üstüne yumuldu, konuştukça konuştu…
İhsan özel konuşmasını bitirdikten sonra sesini yükseltti:
“Terminalde beklersin Emine. Herhalde biz otobüsle geliriz, terminalde buluşuruz. Evet, evet. Güneş batar batmaz oradayım, akşam olur olmaz ordayım,” dedi. Ve telefonu kapadı.
Anne oğul, dayı yeğen üçlüsü yine birbirlerine sarıldılar. Baş başa, göğüs göğüse, kalp kalbe yine bir yumak oldular:
“babam niye gelmedi anne?” diye sordu İhsan.
“Anlatacağım, anlatacağım,” diye araya girdi İsmet.
Ben, belirli bir mesafeden mutlu üçlüyü seyrediyordum, bu sonuçtan payıma düşen sevincin zevkini yaşıyordum.
O anda ben, orada yeri olmayan fazlalık bir insan değildim, ama akrabalık duyguları boşalıncaya kadar hasretler üçlüsünden uzak duruyordum. Hatta bir müddet daha da iyice uzaklaşmalıydım. Sahildeki lüks kahveyi göstererek:
“Siz şuraya oturun, biraz daha hasret giderirsiniz,” dedim. “Ben bir çeyrek kadar dolaşacağım. Çok gecikmem, çabuk gelirim. Birer kahve içip gideriz.”
Beraber oturmamızda ısrar etmelerini nezaket kabul ettim, ayrıldım. Anne oğul, tekrar tekrar kucaklaşıyordu. İçimde kelimelerin ifade gücünü aşan bir mutluluk vardı.
Sahilde dolaşırken başımı kaldırıp gökyüzüne, sonsuzluğa baktım. Gökteki maviliğin rengine göre değişen küçük bulut kümelerinin oluşturdukları kompozisyon, büyüleyici bir görünüm sergiliyordu.
(Tevfik Hüseyinoğlu’nun çeşitli basın organlarında yazmış olduğu makaleleri daha çok didaktik içerikli, edebiyat ve sanat kaygısı taşımayan çalışmalar olarak göze çarpsa da oldukça akıcıdır ve insanı sıkmaz. Okurlara bu makalelerden birini örnek olarak sunuyoruz.)
Çalışmak; hayat ile iç içe olan bir hareket tarzıdır, hayata bağlanmanın ve anlam kazandırmanın kaçınılmaz kuralıdır. Çalışmayan insan kendisini boşlukta hisseder, belirli bir hayat düzeni kuramaz.
Yalnız, çalışma anlayışının çeşitli yönleri vardır. En önemli sayılan iki çalışma şeklinin kısa analizi şöyle yapılabilir.
Bütün olumsuzluklara rağmen pırıl pırıl iş çıkaran insanların çalışma anlayışı ve bütün imkânlara rağmen kaytarmanın yollarını zorlayarak günü gün eden, ama üretimi tam alan insanların çalışma anlayışı.
Zamanını alın teriyle kazanılmış para gibi kullanıp çalışmayı zevk haline getirebilen, çalışmaktan sıkılmayan ve çalışırken çevresini sıkmayan, yorulmadan iş üretebilen ve yaptığı işin hakkını verebilen insan mutlu insandır. İşinde verimli olmanın verdiği huzur onu kısa zamanda dinlendirir, yarının getireceği iş onu üzmez, sevindirir.
Zamanını kumarhanede parasını kaybeden kumarcı gibi harcayan insan çalışmadan yorulur. Çünkü görev yeri, iş yeri onun için azap yeridir, dert yeridir. Verimsizliği nedeniyle, çevresinin sessiz tepki imaları onu daha da yorar. Eğer vurdumduymaz cinsten birileri değillerse, bu gibiler için devamlı yorgunluk, gecesi gündüzü stres içinde geçen bir insan olmak kendi elleriyle çizdikleri bir kader haline gelir.
Bir iş yerinde, yönetim odasının kapısında, “Ziyaretin en makbul olanı en kısa olanıdır” levhasını ilk gördüğümde duygulandığımı hiç unutmam. Bu levha zaman, emek ve berim arasındaki sıkı ilişkiyi özetleyen cebirsel bir denklem niteliğindedir, iş hayatının üç ana faktörünü dengelemenin matematiksel ifadesidir. Bu denge kurulmadığı zaman şikâyetten kurtulmak mümkün değildir. Çalışanlar yoğunluktan şikâyet ederler, çalışmayanlar da, işsizlikten şikâyet ederler; işsizlik yorgunudurlar.
Belki de yaşadığımız