Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler. Анонимный автор

Batı Trakya'da Türk Edebiyatı'na Gönül Verenler - Анонимный автор


Скачать книгу
dayanmıştı kız sol eliyle. Sağ elinde kalın bir kitap tutuyordu. Kitaba bakıyordum ben, kızın gözleri de kayıyordu kitaba, sanki elinde ne tuttuğunu bilmiyormuş gibi. Derken göz göze geliyorduk. Karşılıklı bakışlar bir devreyi tamamlıyorlarmış gibi hazla yükleniyordum. Ve bir Doğu Anadolu kenti olan D.de buluyorduk kendimizi…

      –Ali, tavernaya uğrasak?..

      (Durgun suya bir taş atılıyordu, halkalar oluşuyordu ilkin, kızın görüntüsü usul usul bozuluyor, gittikçe siliniyordu. “Ali?” Yeniden gözden geçiriyordu beni, göz ucuyla, ayaklarımdan tutup gözlerime doğru yükseltiyordu bakışlarını.)

      –Ali, reçina?..

      Türkiye’yi enine boyuna yırtan kara trenler geçiyorlardı uflayarak puflayarak. Törenle diplomalar dağıtılıyordu. İstanbul ışık ışık yanıyordu. Kız yeniden süzüyordu beni göz ucuyla, ayaklarımdan tutup gözlerime doğru yükseltiyordu bakışlarını. İstanbul yosun kokuyordu, tekneler suyun üstünde hopluyor, su ara ara, kıyıda bir tokat gibi patlıyordu.

      –Ali, kalk oynayacağız.

      Tavernanın pikabı, keyifli insanların başlarını tavana çarptırabilecek bir oyun havası çalıyordu. Yarım kasa reçinanın boşaltılmasında büyük payı olan Gulas zorlukla tutunabiliyordu ayakta, ama coşmuştu bir kere. Kızın gözleri kısılıyor, dudakları titriyordu. “Ali?” Yeniden süzüyordu beni…

      –Ali…

      –Çek elini be! Oynamak istemiyorum işte; görmüyor musun?

      Birkaç defa dolanıyordu tavernanın ortasında Gulas, sonra suçlu suçlu yanıma oturuyordu.

      –Ali, ne var Ali, kötü bir şey mi dedim yoksa…

      –Anlamazsın bre Gula, diyordum, bilemezsin.

      –Neden, hava mı hoşuna gitmemişti?

      “Evet,” diyordum gönlünü almak ve sözü kısa kesmek için.”Hava hoşuma gitmemişti.”

      Gülmeye çalışıyordu yayvan yayvan. Kokulu ağzını iyice kulağıma yaklaştırıyordu.

      –Peki, deminki piliç de mi hoşuna gitmedi de yüz vermedin ona? Ha?..

      –Gitmez olur mu be Gula, diyordum, manken gibi kız; ama…

      ..........................................................................................

      Anlıyamıyordu Gulas, anlıyamazdı da. Bilemezdi bunları. Çünkü Gulas, filmde dağınık Osmanlı ordularının kan içici Arap çetecileri tarafından hunharca kılıçtan geçirilişini hararetle alkışlıyor, devrilmiş bir vagonun altına sıkışmış müdafaasız bir Türk subayının kafasının bir kılıç darbesiyle uçuruluşunu gülerek seyredebiliyordu. Temizdi Gulas’ın kalbi, filmden çıkarken, “Güzel bir filimmiş” diyebiliyordu bana ve de üzülerek soruyordu:

      –Pek neşesizdin yine; kışlada, sokakta böyle; sinemada böyle… Yoksa rahatsız mısın?

      .......................................................................................

      Kışlayı kentin merkezine bağlayan sokaklar karanlık ve çamurluydular. Perde arkalarında kadın gölgeleri soyunuyor, dolaşıyor, yataklara düşüyorlardı. Kulaklarımı dolduran şuh kadın kahkahaları hızlandırıyordu adımlarımı, ayağım, çökmüş bir kaldırım taşının su dolu yatağına giriyordu.

      Şenlikler tertipleniyordu kentte. Havaya atılan yüzlerce hava fişeğinin allı yeşilli ışıkları altında birbirine değen mutlu erkek, kadın başları çevriliyordu gökyüzüne, binlerce dudak hazdan kıvrılıyordu. Gulas önde duran kadınlardan birine yaklaşıyor, sıkışmalıktan yararlanarak kadına yaslanıyordu iyice. Bana:

      “Ne duruyorsun” diyordu. “Böyle fırsat nerede geçer ele?” Oysa benim içimi kent tüm insanlarıyla yanıyormuşçasına bir üzüntü ve korku kaplıyor, sıtma nöbeti geçiren hastalar gibi titriyordum.

      ........................................................................................

      –Ali, kiliseye var mısın?

      –Olmaz, ne işim var kilisede!

      –Gel be, burada angarya yapacağına…

      Giriyorduk mum kokan kilisenin kapısından içeriye. Bir mum alıyordu Gulas, genç bir kadın ikona’yı “Meryem’in tablosunu” öpüyordu.

      “Dudaklarının izi kaybolmadan ben de öpeyim” diyordu Gulas;

      sen de kolla birini, sen de öp ardından.”

      “Kusarım” diyordum. “Öpersem kusarım.” Gülüyordu Gulas sessizce. Dışarı çıkınca kasıklarını tuta tuta gülüyordu.

      .........................................................................................

      Nöbet dönüşü çizmelerini çıkarıyordu Gulas, “Parmaklarım kopuyor, dökülüyor” diyordu. “Böyle mi üşürmüş insan eti; sızı değil bu; acı! Hem de korkunç!”

      “İnsanların kendi kafalarından” diyordum. “Dünyadaki bütün nöbet tutan erlerin ayakları üşür soğukta. Üşümez mi? Ama gene de birbirimizi yer dururuz.”

      Gözlerimin içine bakıyordu bir çocuk saflığıyla.

      “Biz ne diyoruz, sen ne anlatıyorsun?” Sonra sıkıla sıkıla, “Ver bir sigara” diyordu. “Belki içim ısınır dumandan.”

      .........................................................................................

      Diktim, gururluydum. Fakat kentin gürültüsü, ışıklar, yüksek yapılar, haki üniformalarım beni küçültüyordu. Çok zamanlar kentin gürültüsü ve ışıkları arasında yitmek üzere olduğumu düşünüyordum. Kışladan çıkışımda ışıklı caddelerde karşılaştığım subayları her selâmlayışımda askerlik dersi öğretmenimiz Yb. “Z” geliyordu gözlerimin önüne. Üzülüyor muydu ne? Beni de bir üzüntü sarıyordu sımsıkı; tavernaya gidip en keskin içkilerden içiyordum. Hareket memurunun gözlüklü kızı gülümsüyordu bir. (Zabeta aman’lı bir Rumca uzun hava çekiyordu) Çalıkuşu romanını çıplak dizleri üstünde tutuyordu. Yüzüme değiyordu saçları; içimde tatlı bir sıcaklık oluşuyor, bu sıcaklık tüm bedenimi sarıyordu. Kalkıyordum ayağa, acıyan kadın gözleriyle küçümseyen erkek gözlerini görüyordum üzerime çakılı. Sandalyeme oturup başımı ellerimin arasında sıkıyordum kuvvetle, sonra da bir taş gibi masaya çarpıyordum.

      “Sevdas”, diyordu Gulas beni o durumda görünce. “Sevdas!” Tir tir titremeğe başlıyordu.

      .........................................................................................

      Ah o yortular, o eğlenceler!.. Bre Gula, bre insafsız!.. Sen ağzında bir çevirme parçası, içkiden sarhoş; gidip yüzbaşı Çukalas’ın orospu karısıyla boyalı yumurta tokuşturmanın vermiş olduğu coşkunlukla kalkıp bir de “kalamatyano” oynuyorsun; bize gelip: “İç vre, vur bakalım, kalk oyna vre, gir şunlardan birinin koluna…” Nöbet tutarken ta kulağına kadar gelen agapimu’lu, kuklimu’lu, melâhrinimu’lu türkülere o akortsuz sesinle içten ve coşarak katıl, kilisene git, her gün subaylarının ağzından ceddinin faziletlerini, kahramanlıklarını işiterek göğsünü kabart, sonra da bana…

      ........................................................................................

      “Bak! Bak da gözün gönlün açılsın.” Gulas omzuma vuruyordu eliyle.

      Konvoy elma bahçeleri arasında uzayan dar, tozlu bir yola girmişti. Ağır ağır ilerliyordu konvoy. Kucakları elma dolu kızlar yolun iki kıyısına dizilmişler, gülerek elma atıyorlardı


Скачать книгу