Kerem Gibi. Anar
benzer bir durum, günümüzde Azerbaycan’da da ortaya çıkmıştır. Azerbaycan’da serbest şiirin öncülerinden biri olan Resul Rıza, serbest vezni Azerbaycan’da uzun yıllar tek başına devam ettiren ve yaşatan bir şairdi. 1960’lı yıllarda Resul Rıza’nın açtığı yeni şiir yoluna, genç nesilden temsilciler de katıldı. Ancak Resul Rıza gibi genç neslin temsilcileri de geleneğe bağlı tenkitçilerin, muhafazakâr edebi çevrelerin şiddetli hücumlarına maruz kaldılar. Geçmişte büyük zorluklarla açılan bu yolda, bugün rahatça ilerleyen ve hiçbir mukavemetle karşılaşmayan “üç çift bir tek” genç şair, malum sebeplerden dolayı, ne yazık ki, Resul Rıza’nın yaptığı işi nankörce kötülüyor, hatta Azerbaycan şiirine bu yenilikleri kendileri getirmiş gibi övünüyorlar. Türkiye’de Nazım Hikmet’i, Azerbaycan’da Resul Rıza’yı inkâr edenlerin de onların açtığı yoldan ilerlemeleri, bu yolu açan şairlerin en büyük zaferi değil de nedir?
Nazım Hikmet’in, İstanbul’dan Ankara’ya, oradan da Anadolu’nun doğu sınırlarına doğru yaptığı yolculuk, geçtiği köyler, obalar, rastladığı insanlar… ona Anadolu’yu, Türk köylüsünü tanıma fırsatı verir. Bu yolculuğunda, yurdundaki korkunç insan manzaralarını görür. Daha sonra bu manzaralar, onun hapishane hayatının sahneleri ve insanları ile daha da zenginleşir. Bin bir naz ile varlık içinde büyüyen paşa torunu yoksulluk, sefalet, açlık, sosyal eşitsizlik ve adaletsizlikle; zenginler ve yoksullar çelişkisiyle karşılaşır. Şairi bir “isyancı” olarak yetiştiren bu gördükleridir. O dönem, onun emperyalizme karşı verdiği savaş, yalnız milli istiklal uğruna yapılan bir mücadele değil, aynı zamanda insanların eşitliği, ezilenlerin, istismar edilenlerin insan gibi yaşaması uğruna verilen bir mücadeledir. Kendisinin de defalarca vurguladığı gibi, onu sosyalizm öğretilerine bağlayan şey, Moskova’daki Marksist-komünist eğitiminden çok önce Anadolu’da gördüğü bu manzaralar olmuştur…
Nazım Hikmet ile ilgili bir başka husus da çok önemlidir. Şair Türkiye’de ve SSCB’de, özellikle de Azerbaycan’da tamamıyla farklı anlaşılmış, farklı kavranmış, farklı değerlendirilmiş, hep sevgi yahut nefretle anılmıştır.
Nazım Hikmet’i, Türkiye’de solcular sevgiyle, sağcılar nefretle “komünizm sembolü” saymışlardır. Halbuki Nazım 1950’li yıllarda SSCB’ye geldiğinde, bu ülkenin ilerlemeci, özgür düşünceli aydınları, onu zindandan kurtulan bir mahpus gibi değil demirperde dışından gelen, hür dünyanın bir elçisi gibi karşılayıp kabul etmişlerdir.
Nazım, Moskova’da yeniliğe meyletmiş sanatçıları, şairleri, ressamları, rejisörleri destekliyor, hatta onlara yapılan hücumlara karşı çıkıyor; takibe maruz kalanları korumaya çalışıyordu. En azından Nazım, sanat alanında düşündüklerini, resmi ideoloji ile çelişen fikirlerini söylemekten korkup çekinmiyordu. Bu sebeple, Sovyet hayatının rezillikleri ile açıktan alay eden ve Sovyet hayatını sert bir dille eleştirip alay konusu yapan Arkadi Raykin gibi meşhur bir sanatçı, Nazım’ın evine “ilerlemeci insanların karargâhı” diyordu.
Azerbaycan’da ise Nazım’a gösterilen ilginin nedenleri çok farklıydı. Türkiye’de adının bile yasaklandığı yıllarda, ona Azerbaycan sahip çıkmıştı. Eserleri Türkiye Türkçesinin ikiz kardeşi olan Azerbaycan Türkçesi ile yayımlanıyor, piyesleri sahneleniyordu. “O zamanlar Azerbaycan Sovyetler Birliği’nin bir parçasıydı ve bunun için de Nazım, Azerbaycan’da, genel Sovyet siyaseti çerçevesinde kabul görüyordu” denilebilir. Bu doğrudur ama yalnızca gerçeğin bir kısmıdır, tamamı değil. Gerçeğin diğer ve daha önemli kısmı ise şudur: O yıllarda Nazım, Türkiye’de birçokları için “Moskova’nın adamı”, “Türk düşmanı” idiyse de Azerbaycanlılar için Türkiye’nin, Türklüğün, Türk dilinin sembolüydü. Nazım’ı bitip tükenmeyen alkışlara gark eden Bakü salonlarındaki dinleyiciler, onun şahsında bir komünizm propagandacısını değil bize uzun yıllar hasretini çektiğimiz Türkiye’nin kokusunu, ruhunu getiren, canımız kadar yakın olan Türk diliyle konuşan, ölümsüz şiirlerini Türkçe okuyan -hem de muhteşem okuyan- bir TÜRK şairini alkışlıyordu. O yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türk bölgelerinde, özellikle elbette Azerbaycan’da, hiç kimse Türklük ruhunu, Türklük şuurunu Nazım Hikmet kadar yükseltememiştir. TÜRK sözü, Azerbaycan’da halkımızın, dilimizin adı olarak yasaklandığı; Türkiye ile tarih, edebiyat, folklor, soy, adet ve anane birliğimiz hakkında herhangi bir fikrin suç sayıldığı; bizi birbirimize bağlayan bütün iplerin kopartıldığı; Türkiye sevgisinden dolayı ya da Türkiye’de akrabalarının bulunmasından dolayı insanların katledildiği yıllarda, Nazım Hikmet geniş katılımlı toplantılarda, üstelik en yüksek kürsülerden: “Ben Türküm, siz de Türksünüz, ruhumuz, geleneklerimiz bir, halklarımız, dillerimiz kardeştir,” diyordu.
Otuz yıllık aradan sonra, tekrar Azerbaycan’a gelen Nazım, Bakü’yü, İzmir’e benzediği için de çok seviyor; Hazar’a içli şiirler yazıyordu. Nazım, Azerbaycan’da, kendisini rahat hissediyordu. Kendisini, yakın bir muhitte, özellikle de ona çok hoş gelen Azerbaycan Türkçesinin konuşulduğu muhitte çok rahat hissediyordu. Nazım, Moskova’da şiirlerini ana diliyle kime okuyabilirdi? İlk önce elbette Moskova’da yaşayan Azerbaycanlı Türkolog dostu ve onunla ilgili araştırmalar yapan Ekber Babayev’e ve diğer birkaç Türkoloğa… Bakü’de ise büyük salonları dolduracak, bıkıp usanmadan saatlerce onun şiirlerini dinleyecek, geniş bir dinleyici kitlesi; eserlerini değerlendirebilecek şairler, yazarlar, bestekârlar, bilim adamları ve dostları vardı.
Sovyetler Birliği içinde yer alan diğer Türk cumhuriyetlerinde de birçok insan için, -özellikle de şairler için- Nazım’ın varlığı, Türkiye hasretini, Türk dili özlemini gideren, Türkleri avunduran bir kaynaktı. Sanatçılığına ve şahsiyetine hürmet ettiğim Türkiyeli şair dostum Yahya Akengin, Nazım Hikmet’i bir şahsiyet olarak kabul etmiyor, onun Türkiye’den kaçıp gitmesini, özellikle de Sovyetler Birliği’ne sığınmasını asla affedemiyor. Ama benim şu fikrime de itiraz etmiyor: “O yıllarda Nazım Hikmet, Türkiyeliler için komünizmin sembolü idiyse, Azerbaycanlılar için de Türkiye’nin ve Türklüğün sembolüydü.” Hatta Yahya Akengin, benim bu görüşümü desteklemek üzere bir hatırasını anlatmıştı. O, Kazan’da Tatar şairi Renat Haris’in evinde misafirken, onunla Nazım Hikmet hakkında konuşmuşlar. Renat Haris, kütüphanesinden Nazım’ın kitaplarını çıkarıp, “O yıllarda, bu kitaplardan Türkiye’nin havasını teneffüs ediyorduk, Türkiye’yi ve Türkçeyi bize daha çok yaklaştıran ve sevdiren de Nazım Hikmet’ti,” demiş.
Nazım hakkında kitap yazma düşüncesi hasıl olduğunda, sadece şahsi hatıralarım, onun bende bıraktığı etkiler ve onun hakkındaki düşüncelerimle yetinmenin yeterli olamayacağını idrak ettim. Şahsi hatıralar derken, ben sadece Nazım Hikmet ile kendi görüşmelerimi, katıldığım sohbetleri göz önünde bulundurmuyorum. Benim doğrudan doğruya iştirak etmediğim sohbetlerini, babam Resul Rıza’nın, annem Nigar Refibeyli’nin, Enver Memmedhanlı’nın, Zekeriya Sertel’in, Ekber Babayev’in, Vera Tulyakova’nın, Nazım’ın tercümanı Muza Pavlov’un ve Nazım’ı Türkiye’den tanıyan birçok insanın bana anlattıklarını da göz önünde bulunduruyorum. Nazım Hikmet’i şahsen tanıyan, onunla az veya çok temasları olan birçok insanla ayaküstü, birçok insanla da etraflıca sohbetlerim oldu. Türkiyeli yazarlardan Aziz Nesin, Haldun Taner, Samim Kocagöz, Rıfat Ilgaz, Fakir Baykurt, Oktay Akbal; şairlerden A. Kadir, Attila İlhan, İlhan Berk; gazeteciler İlhan Selçuk, Nazım’ı Türkiye’den kaçıran Refik Erduran; ressamlardan Abidin Dino, Avni Arbaş, İbrahim Balaban ve Selim Turan ile temaslarım oldu. Bunlardan bazıları, Haldun Taner ve Oktay Akbal seyahat yazılarında bizim bu görüşmelerimizi kaydettiler.