Foma. Максим Горький
haydut değil misin sanki baba?”
Ve babasının, kendisinden ısrarla gizlenen hayatını bu kadar kolayca bulup ortaya çıkarmaktan memnun, kurnaz bir edayla göz kırparak ekledi:
“Ben her şeyi biliyorum.”
“Ben bir tüccarım!” dedi sert bir sesle İnyat. Ama bir anlık bir dalıştan sonra babacan bir gülümseyişle, “Sen de küçük bir budalasın…” diye ekledi. “Buğday ticareti yaparım ben, gemilerde çalışırım.” ‘Yermak’ı biliyorsun, değil mi? Güzel! İşte o gemi benim. Ve tabii senin aynı zamanda…”
Foma içini çekerek, “Ama çok büyük o…” dedi.
“Öyleyse senin boyuna göre bir tane daha alırım. Daha küçük bir gemi… Oldu mu şimdi?”
Foma lütfetti:
“Oldu…”
Ama bir süre sessizce düşündükten sonra, üzgün bir edayla, “Ben de seni bir haydut sanıyordum…” dedi. İnyat ciddi bir sesle tekrarladı:
“Sana bir tüccarım dedim!”
Ve oğlunun üzgün yüzüne diktiği gözlerinde, neredeyse korkulu bir memnuniyetsizlik okunmaktaydı.
Foma düşünüp sordu yine:
“Hani şu çörek satan Teodor Baba gibi mi tıpkı?”
“Tamam, onun gibi. Yalnız ben daha zenginim. Benim Teodor’dan çok daha fazla param var.”
“Demek çok paran var? Nah bu kadar var mı?”
“Daha da çok…”
“Kaç fıçı var peki?”
“Ne fıçısı?”
“Ne fıçısı olacak, para fıçısı tabii!”
“Küçük aptal! Para fıçılarla mı ölçülür?”
“Ya neyle ölçülür!”
Gururu kırılmış gibi bağırmıştı. Sonra babasına iyice dönerek hızla anlatmaya koyuldu:
“Günün birinde bir şehre haydut Maksimka gelmiş ve o şehirdeki zengin bir tüccarın evinde tam on iki fıçıyı parayla doldurmuş, gümüş takımları da koymuş fıçılara, kiliseleri de yağmalamış; sonra hançeriyle şöyle bir vurmuş, bir adam öldürmüş ve çan kulesinin tepesinden sallandırmış adamı ve bir de bakmışlar ki adamcağız felaket çanı çalmaya başlamaz mı…”
Oğlunun kavrayış gücü karşısında hayranlık duyan İnyat, sözünü kesip sordu:
“Halan anlattı değil mi bunları sana?”
“O anlatmışsa ne olmuş?”
“Hiç!” dedi İnyat gülerek. “Demek, babanı da haydutluğa terfi ettirdin?..”
“Ama belki çok eskiden haydutluk yapmışsındır sen de?..” dedi Foma.
Yine ilk takıntısına dönmüştü ve yüzüne bakınca, olumlu bir cevap almaktan nasıl haz duyacağı hemen anlaşılıyordu.
“Yapmadım hayır, bırak bunu da başka şey düşün!”
“Sahi yapmadın mı hiç?”
“Söyledim ya, yapmadım diye! Amma da garip çocuksun… Haydutluk iyi bir şey mi sanıyorsun yoksa? Büyük birer günahkârdır haydutlar. Tanrı’ya inanmazlar, kiliseleri yağma ederler hep. Ve kiliselerde lanet okunur onlara. İşte böyle, anladın mı?.. Şimdi şart olan, yavrum, seni biraz eğitmek gerektiğidir! Vakit gelmiş de geçiyor bile… Öğrenim görmenin sırası artık. Bu kış okumaya başlarsın; bahara da seni Volga’ya balık avına götürürüm, olmaz mı?
“Okula mı gideceğim yoksa?” diye sormuştu Foma ürkek bir sesle.
“Önce halanla birlikte evde okuyacaksın.” Ve Foma ertesi sabahtan itibaren halasıyla birlikte masanın başına geçip, eski Slavon alfabesini ezberlemeye koyuldu:
“A… B… C…”
“Bre, ere, dre”ye geldiklerinde, bu heceleri okurken uzun süre gülmekten kendini alamadı gerçi ama çok çabuk kavradı işi. Nitekim birkaç gün sonra, Zebur’un ilk bölümündeki ilk mezamiri sökmeye başlamıştı bile:
“Rezillerin öğüdüne uymayana ne mutlu!” Yeğeninin başarısı karşısında hayranlık duyan hala, durmadan tekrarlıyordu artık:
“Tamam yavrum, öyle olacak! Çok güzel Foma, çok güzel!”
Oğlunun hünerlerini günü gününe öğrenen İnyat’sa, “Sen bir harikasın Foma!…” diyordu. “Baharda Astrahan’a götüreceğim seni bak, sonbaharda da okula gideceksin.”
Çocuğun hayatı, tıpkı bir topun bir yamaçtan yuvarlanması gibi, kolayca devam ediyordu ileri doğru akmaya. Şimdi öğretmen rolünü de yüklenmiş olan halası, aynı zamanda oyun arkadaşıydı Foma’nın. Ve hele Luba Mayakin eve geldiğinde, ihtiyar kadın tamamıyla kimlik değiştiriyor ve çocukların yanında en az onlar kadar çocuk oluyordu. Saklambaç ve körebe oynuyorlardı üçü. Anfisa, gözleri bağlı, kolları öne doğru uzanmış bir hâlde, ihtiyatla ilerliyordu odada ama yine de tosluyordu sandalyelerle masalara veya “Ah maskaralar! Nereye gitti bunlar, hangi deliğe girdi bu haydutlar!..” diye söylenerek bütün gizli köşeleri bir bir arıyordu.
Keyiflerine diyecek yoktu çocukların. Olanca gücü ve bilgisiyle çocukların yolunu aydınlatan o yaşlı hayatın güneşi, bu aşınmış, yıpranmış ama ruhu genç kalmış vücudu sevince boğuyor, sevgiyle ışıldatıyor ve güzelleştiriyordu.
Erkenden borsaya giderdi İnyat, bazen bütün gün görünmezdi; geceleri çoğunlukla belediye meclisine veya dostlarını ziyarete ya da kim bilir nereye yollanırdı. Bazen sarhoş dönerdi eve. Böyle zamanlarda Foma kaçardı ilkin babasından ve gizlenirdi. Ama sonra alıştı, hatta babasının bu hâlini ayık hâlinden daha sevimli bulmaya başladı; daha sade, daha iyi oluyordu babası böyle zamanlarda, üstelik biraz gülünç de oluyordu… Vakit geceyse, borazan sesin gürültüsüne daima uyanırdı çocuk:
“Anfisaaa! Sevgili hemşirem benim! Bırak da oğlumun yanına bir gideyim, mirasçımın yanına… Bırak beni!”
Ama hala, kınayan ve ağlamaklı bir sesle onu bu kararından vazgeçirmeye çalışırdı:
“Defol buradan, defol Allah aşkına! Git de yatağında sız, pis şeytan, cehennem zebanisi! Şunun hâline bakın Allah aşkına, nasıl da içmiş! Leş gibi kokuyor vallahi! Ağarmış saçlarından da utanmıyor üstelik…”
“Anfisa! Oğlumu göremeyecek miyim ben şimdi? Şöyle hemen bir kaçamak bakışla olsun?..”
Foma, halanın, babasını bırakmayacağını bilirdi ve onlar tartışırken uyur kalırdı.
İnyat, öğleden sonraları eve sarhoş geldiğinde ise kocaman elleriyle oğlunu kapar, havalandırırdı derhâl; odanın bir ucundan öbür ucuna koşturup neşeli ve çarpık bir sesle sorardı:
“Foma! Söyle ne istersin? Konuş! Şeker mi? Oyuncak mı? Dile benden! Şu yeryüzünde sana alamayacağım hiçbir şey yoktur, anlıyor musun?… Milyonlarım var benim! Daha da olacak. Olacak anlıyor musun? Ve hepsi ama hepsi senindir…”
Ve bütün şevki birden, şiddetli bir rüzgârın çarpıp da bir mumu söndürmesi gibi sönerdi. Ürpermeye başlardı yüzü, gözleri yaş dolar ve kıpkırmızı kesilir, dudakları korkulu bir gülümseyişle gerilirdi. Sorardı ürke ürke:
“Anfisa! Bu oğlan ölecek olursa ne yaparım ben?”
Ve kudurgan bir öfkeye kapılırdı bu sözler üzerine. Gözleri odanın karanlık bir köşesine