Foma. Максим Горький
tabii.. Her şey birbirinin aynıdır daima.” Bu tür birkaç konuşmadan sonra çocuk, siyah gözlerinin soran bakışlarını daha seyrek olarak ve daha az dikkatle dikmeye başlamıştı uzaklara....
Gemideki tayfalar Foma’yı seviyordu; o da bayılıyordu güneş ve rüzgârdan yanmış, kendisiyle durmadan şakalaşan bu levent yapılı delikanlılara. Av aletleri hazırlıyorlardı ona, ağaç kabuklarından küçük kayıklar yontuyorlardı; onunla birlikte çocuk olup oynuyor ve gemi demir atıp da İnyat iş için şehre indiği zamanlar onu kıyıda gezdiriyorlardı. Çoğu zaman babası hakkında homurdandıklarını işitirdi Foma, ama buna kulak kabartmaz, kabartsa bile hiçbir vakit yetiştirmezdi babasına söylenenleri. Ama gemiye Astrahan’da odun yüklendiği gün, makinist Petroviç’in şöyle dediğini işitti Foma:
“Yine bir alay kereste yığdı gemiye, ne ahmaklık ya Rabbi! Güverte neredeyse su alıncaya değin yüklüyor, sonra basar küfrü ama. ‘Makineyi perişan ediyorsun,’ der. ‘Durup dururken yağ yakıyorsun!..’ İşin yoksa dinle artık…”
Ak saçlı sert bir adam olan kılavuz, “O deva bulmaz cimriliği tuttu yine…” diye atılmıştı. “Odun burada ucuz ya, sineğin yağını çıkartacak neredeyse mübarek!.. Cimriliğine payan yoktur, bilmez değilsin…”
“Cimri…”
Art arda tekrarlanan bu söz, Foma’nın belleğinde iyice yer etti ve akşam babasıyla yemek yerken sordu birden:
“Baba?”
“Ne var?”
“Sen cimri misin?”
Ve sorulunca, kılavuzla makinistin konuştuklarını olduğu gibi aktardı babasına; İnyat’ın çehresi kararmış, gözlerinde bir öfke parlar gibi olmuştu. “Yaaa, demek böyle!…” demişti başını sallayarak. “Seni ilgilendirmez bu, anladın mı… Onları dinlemeyeceksin! Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerin… Bunu iyice yerleştir kafana! Sen ve ben istemeye görelim bir, baştan sona hepsini fırlatır atarız kıyıya. Aslında metelik etmez hiçbiri; şöyle bir el çırpınca binlercesini bulursun, köpek gibidirler. Anlıyor musun ha? Benim hakkımda bir alay kötülük yumurtlarlar hep; sebebi, mutlak efendileri oluşumdur… Benim mutlu ve zengin oluşumdan geliyor bütün bunlar; bütün dünya kıskanır zengin adamı. Mutlu kişi, herkesin gözünde bir düşman gibidir…”
İki gün sonra yeni bir makinistle, bir yeni kılavuz biniyordu gemiye. Foma sordu:
“Yakob nerede baba?”
“Hesabını gördüm onun… Kovdum.”
“Neden?”
“Nedeni gün gibi belli…”
“Peki ya Petroviç?”
“Onu da defettim.”
Babasının bu kadar hızla tayfa değiştirebildiğini görmek pek hoşuna gitmişti Foma’nın. Babasına gülümsedi ve hemen güverteye koştu; yere oturmuş, saplı paçavra yapmak için bir halatın düğümlerini çözmeye uğraşan bir tayfaya yaklaşarak, “Yeni bir kılavuzumuz var artık, biliyor musun?” dedi.
“Biliyorum tabii… Günaydın Foma İnyatiç! İyice uyuyup güzelce dinlendin mi bakalım?”
“Makinist de yeni ama…”
“Makinist de evet… Arıyor musun Petroviç’i?”
“Hayır.”
Bir an durduktan sonra ekledi:
“Hakaret ediyordu babama.”
“Ooo! Babana hakaret mi ediyordu? Yok canım!”
“Ama ben kendi kulaklarımla işittim hakaret ettiğini…”
“Yaa… Öyleyse baban da işitmiştir şüphesiz?”
“Babam işitmedi hayır, ona ben söyledim…”
“Demek sen söyledin…” diye mırıldandı tayfa ağır ağır.
Ve susup işine döndü.
“Babam da bana dedi ki: ‘Burada efendi sensin, istersen hepsini kovabilirsin bunların.’”
Elle tutulur bir kendini beğenmişliğe kapılmış olan çocuğa, karanlık bir bakış attı tayfa:
“Doğrudur…” dedi.
O günden sonra Foma, tayfaların kendisine karşı olan tavrında bir değişiklik sezer gibiydi: Kimisi eskisine göre çok daha yumuşak ve çok daha iltifatlı davranıyordu ona; ötekilerse onunla sanki hiç konuşmak istemiyor, konuşmak zorunda kaldıkları zaman da eskisi gibi neşeyle ve şakalaşarak değil, kırgın ve neredeyse öfkeli bir edayla konuşuyorlardı. Güvertenin yıkanmasını seyretmeye bayılırdı örneğin Foma: Dizlerine kadar sıvanmış pantolonlarıyla tayfalar, ellerinde ip süpürgeler ve saplı paçavralarla oradan oraya hızla koşar, kocaman kovalarla güverteyi sular, birbirlerinin üzerine su atar, güler, haykırır, düşerdi; şelale hâlinde sular kaplardı her bir yeri ve insanların hayat dolu şamatası suların neşeli şırıltısı içinde erirdi. Ve eskiden Foma, bu kolay ve neşeli işte tayfaları rahatsız etmezdi hiç; rahatsızlık vermek bir yana, onlarla birlikte işe koşar, üzerlerine su atar ve kendisine su atmasınlar diye gülerek kaçardı. Ama Petroviçle Yakob’un kovulduğu günden beri, artık insanlara rahatsızlık verdiğini hissediyordu çocuk; kimse onunla oynamak istemiyordu şimdi ve hepsi de ona sevgisiz gözlerle bakıyordu. Şaşkın ve üzgün bir hâlde güverteyi terk edip dümen yekesinin yanına çıktı, sıkıntı içinde oturdu oraya ve mavi kıyı boyunca uzanan bir orman parçasını seyretmeye koyuldu. Aşağıda, güvertede, sevinçle şırıldıyordu su ve tayfalar gülüyor, bağırıyordu… Yanlarına gitmek için müthiş bir arzu duyuyordu içinde ama tuhaf bir şey ona engel oluyordu.
“Sana göre arkadaş değil onlar, fazla yaklaşma! Sen efendisisin onların, onlar da senin hizmetçilerindir…”
Babasının bu sözleri geliyordu durmadan aklına.
Ve birdenbire tayfalara bir şeyler bağırmak, bir efendiye yaraşır cinsten tehdit dolu sözler savurmak, babasının yaptığı gibi küfretmek istedi. Uzun bir süre arandı. Nasıl bir söz fırlatabilirdi suratlarına? Hiçbir şey bulamadı… İki-üç gün daha geçti böyle ve Foma açıkça anladı ki, tayfalar artık onu sevmemekteydi. Sıkılmaya başlamıştı yavaş yavaş. Ve gittikçe daha sık bir şekilde, peri masalları, gülümseyişleri ve o kadife sesiyle Anfisa halanın okşayıcı hayali, yeni izlenimlerinin binbir renkli sisinden en umulmadık anda sıyrılıp gözlerinin önünde canlanır olmuştu. Bu hayalden yayılan ılık bir mutluluk ısıtıyordu çocuğun şimdi ruhunu. Peri masallarının dünyasında yaşıyordu daha o; ama gerçeğin amansız ve kıskanç eli, Foma’nın çevresindeki her şeye ardından baktığı, bir örümcek ağı kadar ince olan o güzel dantelayı şimdiden yırtmaya başlıyordu işte. Kılavuzla makinist olayı, çocuğun dikkatini etrafına çevirmesine yol açtı; daha bir keskinleşti gözleri, bakışlarında bilinçli bir merak belirdi: Babasına yönelttiği sorularda, insanların eylem ve fikirlerine kaynaklık eden nedenleri kavrama iradesi seziliyordu şimdi.
Günlerden bir gün, şöyle bir sahne geçti gözlerinin önünden: Odun taşıyordu tayfalar ve içlerinden biri, hem de kıvırcık saçlı o genç ve şen şatır Yefim, sırtında yüküyle güverteyi geçerken, öfkeli yüksek bir sesle söylenmeye başladı:
“Hadi canım, bu işi yapmak için insanın hepten şuursuz olması lazım! Odun taşımak için gelmedim ben buraya. Tayfayım ben! Ve tayfanın ne demek olduğu da açık! Üstelik bir de odun taşımaya ben yokum! Satılığa çıkarmadığım hâlde zorla alıp derimi mi yüzecekler yani… Ayıp denen bir şey var! İnsanları limon sıkar gibi sıkıp emmeyi