İstanbul. Edmondo De Amicis
itici gücüyle kendiliğinden hareket edecekmiş gibiydi. Zaman zaman denize bakmak için küpeşteden sarkıyordum ve suyun uğultularına karışan yüzlerce ses sanki benimle konuşmaya çalışıyordu. Bunlar beni seven insanların sesleriydi ve: “Haydi, git evlat, haydi birader, haydi arkadaş git de İstanbul’un tadını çıkar, sen kazandın, şimdi mutlu ol, Tanrı senin yanında olacak.” diyorlardı.
Gece yarısına doğru yolcular güverteye inmeye başladılar. Arkadaşım ve ben sonlardaydık ve bir kaplumbağa gibi ağır ağır yürüyorduk çünkü Marmara Denizi’nin dar geldiği bu neşeyi dört duvar arasına kapatmayı canımız hiç istemiyordu. Basamakların yarısına kadar inmişken, kaptanın sesini duyduk, ertesi sabah bizi kaptan köşküne davet ediyordu. “Güneş doğmadan önce uyanmış olun!” diye bağırıyordu mahzen kapısına yaklaşarak. “Geç kalanı denize attırırım!”
Dünya dünya olalı bundan daha gereksiz ve yersiz bir tehdit duymamıştır, çünkü ben tüm gece gözümü bile kırpmadım. İnanıyorum ki II. Mehmet, Konstantin şehrinin silüeti gözlerinin önünde onu heyecanlandırır iken, bir o yana bir bu yana döne döne yatağının çarşaflarını değiştirdiği Edirne’deki o meşhur gecesinde; beklemekle geçirdiğim şu yirmi dört saatlik sürede benim ranzamda dönüp durduğum kadar dönüp durmamıştır. Sinirlerim yatışsın diye bine kadar saymayı, geminin yardığı suların odamın lumbar deliğine çarparak oluşturduğu beyaz köpüklerden gözlerimi ayırmamayı, buhar motorunun monoton gürültüsü içindeki ahenkli melodileri mırıldanmayı bile denedim ancak hiçbiri işe yaramadı. Ateşim vardı, nefessiz kaldığımı hissediyordum ve gece bana hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Bir parça gün ışığı görür görmez yataktan fırladım; Yunk çoktan ayaktaydı; alelacele giyindik, üç atlayışta güverteye tırmandık.
Kahretsin!
Sis vardı.
Öyle bir sis ki ufuk çizgisinin her iki tarafını da kaplıyordu, yağmur kaçınılmaz gibiydi. İstanbul’a ilk giriş yapacağımız o mükemmel sahne uçup gitmiş, kurduğumuz en ateşli hayal suya düşmüştü, yolculuğumuz tek kelime ile “hiç olmuştu!”
Bu durum beni yıkmıştı. Tam bu sırada her zamanki minik küçük gülümsemesiyle kaptan ortaya çıktı. Fazla konuşmaya gerek yoktu, bizi görür görmez hâlimizi anladı, ellerini omzumuza atarak bizi teselli etmek için:
“Bir şey olmaz, bir şey olmaz. Korkmayın beyler. Hatta bu sise şükredin. Sis sayesinde İstanbul’u hayal bile edilemeyecek hâliyle göreceksiniz. İki saate kalmaz hava muhteşem olacak. Sözüme güvenin.” dedi.
Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum.
Kaptan köşküne çıktık.
Pruvadaki tüm Türkler yüzlerini İstanbul’a karşı dönmüş, kilimlerin üzerinde bağdaş kurmuş oturuyorlardı. Birkaç dakika içinde diğer tüm yolcular dışarı çıkmışlardı, hepsinin de ellerinde türlü türlü dürbünler vardı ve bir tiyatro salonunun balkonuna dizilir gibi uzun bir sıra hâlinde küpeştenin soluna dayandılar. Temiz bir meltem esiyor, kimseden çıt çıkmıyordu. Tüm gözler ve tüm dürbünler yavaş yavaş Marmara Denizi’nin kuzey kıyılarına doğru döndü, ancak hâlâ hiçbir şey görünmüyordu.
Bununla birlikte sis ufukta beyazımsı bir bant oluşturuyor, üzerinde altın renginde ve bulutsuz bir gökyüzü parlıyordu.
Tam önümüzde, pruvanın oraya doğru, eskilerin Demonesi dedikleri Bizans Sarayı’nın zevk ve sefa yeriyken şimdilerde İstanbul sakinlerinin bir buluşma ya da festival alanı olarak kullandıkları dokuz adadan oluşan bir küçük takımada ve Prens Adaları belli belirsiz görünüyordu.
Marmara Denizi’nin iki kıyısı hâlâ tamamıyla gizliydi.
Nitekim bir saat geçer geçmez tepelerden görünmeye başladı.
Ancak; eğer şehrin şekli aklınızda net değilse, İstanbul’a ilk girişin tasvirlerini anlayabilmeniz imkânsızdır. Avrupa’dan Asya’yı ayıran ve Karadeniz ile Marmara Denizi’ni birleştiren Boğaziçi Köprüsü’nü okur hayalinde canlandırabiliyor farz edelim. Böylece Asya kıyıları sağda, Avrupa kıyıları solda uzanır, yani bi tarafta eski Trakya bir tarafta eski Anadolu. İleri gittikçe, yani denizin bu koluna iyice sokuldukça, sol tarafta, girişi hemen geçince, Boğaz’la neredeyse dik bir açı oluşturan oldukça dar bir liman bulunur; bu körfez öküz boynuzu şeklinde kıvrılarak birkaç kilometre boyunca Avrupa topraklarına bir eğri çizer ve burası Bizans limanı iken üç kıtanın zenginliği buraya aktığı için adına Altınboynuz, yani bereket boynuzu derler. Bir taraftan Marmara Denizi diğer taraftan Altınboynuz (Haliç) ile yıkanan, vaktiyle Bizans’ın yer aldığı Avrupa toprağının bu köşesinde, yedi tepe üzerine kurulu Türk şehri İstanbul yükselir. Haliç ve Boğaziçi’nin çevrelediği diğer köşede ise Frenk semtleri Galata ve Pera vardır. Haliç’in tam karşısında, Anadolu kıyısının yamaçlarında Üsküdar görülür. İstanbul denilen bu yer, denizin birbirinden ayırdığı üçüncüsünün diğer ikisinin karşısında, birbirine bakan bu üç büyük semtten oluşur. Bu üç semt birbirlerine o kadar yakınlardır ki, tıpkı Paris ve Londra’nın Sen Nehri ve Thames Nehri gibi her birinin kıyılarından diğer ikisinin binaları açıkça görülebilir. İstanbul’un üzerinde yükseldiği ve Haliç’e doğru kıvrılan üçgenin köşesinde meşhur Sarayburnu bulunur, burası Altınboynuz’un iki kıyısını yani İstanbul’un en geniş ve en güzel bölümünü Marmara Denizi’nden gelen yolculardan son ana kadar saklar.
Denizci gözleriyle İstanbul’un ilk silik görüntüsünü seçebilen geminin kaptanıydı.
İstanbul’a ilk kez gelen İki Atinalı hanım, Rus aile, İngiliz rahip, Yunk, ben ve diğerleri bir grup hâlinde kaptanın çevresini sarmış sessizce duruyorduk, gözlerimiz sisin üzerinde nafile bir çabayla yorulurken kaptan kolunu sola, Rumeli yakasına doğru uzatarak bağırdı: “Beyler, işte ilk manzara!”
Gösterdiği bu beyaz nokta, alt tarafı hâlâ gizemini koruyan yüksekçe bir minarenin tepesiydi. Herkes dürbünlere yöneldi ve sisin içindeki bu küçük noktayı sanki genişletebileceklermiş gibi ısrarla izlemeye koyuldular. Gemi hızla yol alıyordu. Birkaç dakika sonra minarenin yanında belli belirsiz bir leke görüldü, sonra iki, sonra üç derken lekeler yavaş yavaş ev silüetine bürünmeye başladılar ve bu ev sırası uzadıkça uzadı. Önümüzde ve sağımızda hâlâ her yer sisle kaplıydı. Biz de bu durumda İstanbul’un; Marmara Denizi’nin kuzey kıyısında, Sarayburnu ve Yedikule arasında yaklaşık dört mil boyunca bir kemer oluşturarak uzanan kısmını keşfetmeye çalışıyorduk. Ancak sarayın bulunduğu tepeler hâlâ sis ile örtülüydü. Evlerin ardında peşi sıra yüksek, beyaz, tepeleri gül renginde güneşle aydınlanan minareler gözüküyordu. Evlerin altında, koyu renkli, şehrin çevresini kesintisiz şekilde bir kemer gibi saran ve denizin dalgaları ile parça parça ettiği, birbirine eşit mesafede yerleştirilen dev kaleler ile güçlendirilmiş burçlarıyla eski surlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Kısa süre içinde şehrin iki mil uzunluğundaki bir bölgesi ortaya çıktı, doğrusunu söylemek gerekirse manzara beklentilerimi karşılamıyordu. Lamartine’nin kendi kendine: “İstanbul bu muymuş?” diyerek, “Tam bir hayal kırıklığı!” diye sızlandığı yerdeydik. Tepeler hâlâ sisle örtülüydü, yalnızca evlerin uzun bir sıra oluşturduğu, şehri tamamen düzmüş gibi gösteren kıyılar şeçilebiliyordu. “Kaptan!” diye haykırdım ben de. “İstanbul bu muymuş?” Kaptan kolumdan tutup eliyle işaret ederek “İşte, sözüme itimat etmeyen bir adamcağız!” diye bağırdı. “Oraya bir bakın.” dedi. Gösterdiği yere bakar bakmaz şaşkınlıktan bir çığlık çıktı ağzımdan. Sis bulutunun arkasında gizlenmiş yüksek ve sanki hafifmiş gibi görünen bir kütle, gümüş uçları güneşin ilk ışıkları ile