İstanbul. Edmondo De Amicis
büyük armağan! Böylesi bir güzelliği hayal bile edemezdim.
Şimdi seni hangi zavallı tasvire kalkışabilir! Kim, hangi aciz kelimelerle senin bu ilahi güzelliğini anlatmaya yeltenebilir! İstanbul’u anlatmaya kim cesaret edebilir? Chateaubriand, Lamartine, Gautier hepsinin dili tutulmadı mı senin karşında? İmgeler ve kelimeler zihinlerinde izdiham yaratsa da iş yazmaya gelince kalemlerinden kaçmadılar mı? Şimdi ben izliyor, konuşuyor, umutsuzca ve beni serseme çeviren bir şehvetle gördüklerimin hepsini yazıyorum. Hadi bakalım! Bu sırada Haliç geniş bir nehir gibi tam önümüzde duruyor; burada birbirine eşit iki yükselti her iki kıyıda sekiz millik tepeleri, vadileri, surları bir kemer gibi çevreler ve bu yükseltilerde kat kat yüzlerce yapı ve bahçe, sıra sıra dizilmiş renk renk evler, camiler, pazarlar, çarşılar, saraylar, hamamlar bulunur; tüm bunların tam ortasında ise fil dişi sütunlar gibi gökyüzüne yükselen ve tepeleri pırıl pırıl parlayan minareler, tepelerden denize kadar koyu şeritler hâlinde kenar mahalleleri ve surları çevreleyen servi ormanları çıkıntılık eder, neredeyse her yanı kaplayan güçlü bir bitki örtüsü çatılar arasında kıvrılır ve denizin kıyılarına doğru eğilir. Sağ tarafta, önünde bir direk ve bayrak ormanıyla Galata, Galata’nın üzerinde Avrupa stili saraylarının keskin hatlarıyla göğe yükseldiği Pera, onun önünde iki kıyıyı ve her iki yönde akan renk renk birbirine zıt iki kalabalığı birleştiren bir köprü, sol tarafta devasa kurşuni kubbeleri ve yaldızlı minareleri ile arzıendam eden camilerin bulunduğu engin tepelerin üzerine serilmiş İstanbul, beyaz ve pembe Ayasofya, altı minareli Sultan Ahmet Cami, on kubbeyle taçlandırılan Süleymaniye Cami, sulara gölgesi düşen Pertevniyal Valide Sultan Cami, dördüncü tepenin üzerinde Fatih Cami, beşinci tepenin üzerinde Yavuz Selim Cami, altıncı da Tekfur Sarayı ve hepsinin en tepesinde Çanakkale Boğazı’ndan Karadeniz’e kadar olan iki kıtanın da kıyılarına hâkim Serasker Kapısı’ndaki beyaz kule bulunur. Bulunduğumuz yerden İstanbul’un altıncı tepesi ve Galata’nın ötesinde bir şey görünmüyor, yalnızca belli belirsiz figürler, şehirlerin ve kenar mahallelerin burunları, limanlar, donanmalar, ormanlar hepsi gibi mavimsi ufukta o kadar küçük görünüyorlardı ki sanki gerçek değillermiş de hepsi ışığın ve havanın aldatmacasıymış gibi. Bu fevkalade tablonun ayrıntıları nasıl olur da dile dökülür! Bakışlarımı birkaç dakikalığına yakındaki kıyılara uzatıyorum, bir Türk evine ya da yaldızlı bir minareye bakıp kalıyorum ancak hemen sonra gözlerim bu aydınlık derinliğe o kadar gömülüyor ki iki kıyı ve iki şehir üzerinde gezinen gözlerime, gördüklerim karşısında afallayan zihnim güç bela eşlik ediyor.
Tüm bu güzelliğin üzerine sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen tasasız bir ihtişam yayılmıştı: öyle bir ihtişam ki gençlik zamanlarından kalma peri hikâyelerini ve hayallerini zihnimde yeniden canlandırıyor ancak ne olduğunu bilemiyorum bir türlü; hayali, gerçeğin dışına sürükleyen, havada uçuşan, esrarengiz ve heybetli bir şey bu. Gökyüzü; süt beyaz cam renginin ve gümüşün en yumuşak tonlarında ve bu hâliyle etrafındaki her şeyi eşsiz bir netlikte gösteriyor; üzerinde erguvani şamandıraların tıngırdadığı safir rengindeki deniz ise minarelerin uzun, beyaz yansımalarını titretiyor, kubbeler ışıldıyor, etraftaki uçsuz bucaksız bitki örtüsü sabahın ayazında sallanıyor, heyecanla titriyor, güvercin sürüleri camilerin etrafında kanat çırpıyor, binlerce boyalı ve yaldızlı kayık suyun üstünde sallanıyor ve Karadeniz’den esen rüzgâr binlerce bahçenin kokusunu buraya kadar getiriyor ve karşılaştığım bu cennet beni öyle serseme çeviriyor ki bildiğim ne varsa unutmuş hâlde geriye dönüp baktığımda Asya kıyılarındaki Üsküdar’ın gösterişli güzelliği ile başlayıp Bitinya Dağı’nın karlı zirveleri ile sona eren manzarayı görünce bir merak ve hayret duygusu yine yükseliyor içimde, bu sırada küçük adalar ve beyaz yelkenlilerle dolu Marmara Denizi, gemilerin süzüldüğü Boğaz, her iki yakada da uzadıkça uzayan bir sıra hâlinde dizilmiş villalar, saraylar ve köşklerin arasından kıvrılıp Doğu’nun en güzel tepeleri arasında gizemli bir şekilde gözden kayboluyor. Ah, evet, kesinlikle yeryüzündeki en güzel manzara, kim bunu inkâr ederse Tanrı’ya da yarattıklarına da büyük hakaret etmiş olur. Bundan daha güzel bir manzara; insan aklını aşar.
İlk heyecanım geçince yolculara baktım, kimseden çıt çıkmıyordu. Atinalı iki hanımın gözleri nemliydi; Rus hanım ise bu çok kıymetli anda küçük Olga’ya sıkı sıkı sarılmıştı. Soğuk nevale İngiliz rahibin bile ilk kez sesini duyuyorduk, durup durup “Wonderful! Wonderful!”1 diye inliyordu.
Gemi, köprünün biraz ilerisinde durmuştu; birkaç dakika sonra; Türk, Rum, Ermeni ve Yahudi hamalların oluşturduğu bir kalabalık etrafımızı saran küçük teknelerden güverteye tırmandı, anlaşılmaz bir İtalyanca ile küfürler ederek üzerimize ve eşyalarımıza saldırdı.
Nafile bir direniş sonrasında, pes ettim, gidip kaptanı kucakladım, Olga’yı öptüm, herkesle vedalaştım ve arkadaşımla birlikte bizi gümrüğe götürecek olan dört kürekli bir kayığa bindim. Birlikte bir labirenti andıran dar sokaklardan tırmanarak Pera’nın tepelerinin zirvesindeki Bizans oteline vardık.
BEŞ SAAT SONRA
Sabahın manzarası yok oldu. İstanbul’un tüm aydınlık ve güzel yüzü sonu gelmeyen inişli çıkışlı tepelere ve vadilere yayılmış bir canavardan ve karınca gibi kaynaşan insanlardan, mezarlıklardan, kalıntılardan ve ıssız yerlerden oluşan bir labirentten, dünyadaki tüm şehirlerin suretini ve insan hayatının tüm yönlerini kendinde toplamış daha önce asla görülmemiş bir uygarlık ve medeniyet karmaşasından başka bir şey değilmiş. Karşımdaki büyük bir şehir olamaz, yalnızca onun küçük duvarlardan oluşan iskeleti olmalı çünkü etrafta doğru düzgün çok az ev var ve burası şehirden ziyade, barakayı andıran evlere doluşmuş, asla sayımı yapılmamış, her dinden ve her ırktan insanın nüfusunu oluşturduğu bir Asya kampına benziyor. Yok olup gitmiş şehirlerden, daha yeni doğmuş ve doğmakta olan şehirlerin bir karmaşasından meydana gelmiş, değişen büyük bir şehir. Her şey birbirinin üzerinde ve her yerde inşaat çalışmaları var. Delinmiş dağlar, bitkin tepeler, dağılmış köyler, düzensiz yollar, dev bir moloz yığını, insanlığın elinde mütemadiyen işkence gören toprağın üzerinde çıkan yangınların kalıntıları. İnsanın başını döndüren bir düzensizlik, farklılıkların yarattığı bir karmaşa ve birbirini izleyen tuhaf ve beklenmedik manzaralar. Sonu uçuruma açılan nezih bir sokaktan geçtiğinizi hayal edin, tiyatrodan çıktığınızda kendinizi mezarlığın ortasında bulduğunuzu, bir tepeye çıktığınızda ayaklarınızın dibine bir orman serildiğini, karşınızdaki tepede başka bir şehir olduğunu, biraz önce içinden geçip gittiğiniz mahalleye şöyle bir dönüp baktığınızda onun bir vadinin dibinde ağaçların arasında gizlenip kaldığını, bir evin etrafını dolaştığınızda bir liman buluverdiğinizi, bir sokaktan inerken şehri arkanızda bıraktığınızı, sanki gökyüzünden başka hiçbir şeyin görünmediği ıssız bir sokakta olduğunuzu, şehrin denizden, ormanın arasından, gölgeden, güneşten, yakınınızdan ya da çok uzağınızdan, omuzlarınızın üstünden, ayaklarınızın altından, başınızın üzerinden mütemadiyen ortaya fırlayıverdiğini, yeniden filizlendiğini ya da saklandığını hayal edin, ileri doğru bir adım atın ve uçsuz bucaksız bir manzara göreceksiniz, bir adım geriye gidin, hiçbir şey göremeyeceksiniz, başınızı kaldırın binlerce minare var ve biraz eğin başınızı o binlercesi kaybolup gitsin. Ağ gibi örülmüş sonu gelmeyen sokaklar tepelerin arasından yılan gibi kıvrılırlar ve toprak setlerin üzerinden, sarp kayalıkların kenarlarından, su kemerlerinin altından geçerler, dar sokaklara ayrılır kumların, harabelerin, kayaların, çalıların ortasında basamaklara dönüşürler. Zaman zaman bu koskoca şehir kasabanın sessizliğinde soluklanırmış gibi gelir ve sonra daha güçlü daha renkli, daha neşeli
1
Harika! Harika!