Şehir Mektupları. Неизвестный автор
vapuru da geldi. Merak bu ya, “Kimler var?” diye çıkanları seyrederken sözünü ettiğim dostum çıkmasın mı… Beni gördü. İkimizde bir hayret! Biçare arkadaşım, kızamığa uğramış gibi cılk kızıl. Kızı, geceden beri ettiği feryatlara doyamamış, hâlâ hıçkırmaya bahane arıyor. O da kıpkırmızı. İkisi de habire kaşınıyor. Derhâl hatırlarını sordum. Birdenbire dedi ki:
“Senin mekteplinin, sivrisinekle tahtakurusunu gece hayvanlarından (!) saymakta hakkı varmış. Bize sabaha kadar horon teptirdiler. Uyumak değil, durmak bile kabil değil.”
İşte karpuz, işte kabuğu, işte deniz hamamları! Yüzme fenninde ustalığı olanlar hazırlansınlar. Bize bir uğraşma daha çıktı. Köylerde, denize devam edenler ilk bakışta belli olur. Bilmem, hiç dikkat ettiniz mi? Ekseriya başta alafranga bir takke, keten gömlek, burmalı, ucu topuzlu da boyun bağı, açık renk bir ceket, belde jimnastik tokalarını andırır bir kemer, dar, hafif bir pantolon, renkli çorap, şık terlik azmanlarından bir iskarpin, bir elde kayışla bağlı hamam takımı, bir elde de sarımtırak kumaşlı bir şemsiye. Buna bir de gözlük ilave ederseniz, denize alafranga dalıcılardan birini görmüş olursunuz. Bunlar hamamda nargile içmezler, çokça oturmazlar; bir sigara yakıp söndürdükten sonra, ufacık donu çekerek havlu ile ter kurutmak bahanesiyle gezindikten sonra merdivenin altından curp! diye denizin dibine atılırlar. Kulaçlama, köpekleme, sırt üzeri, balıklama, yan çaprazı, dalma, yarama, tarama tarzlarında yüzerek, çıktıktan sonra başlarına birer maşrapa tatlı su dökerek giyinip evlerine giderler. Dejöne (dejeuner) midir, dine (dîner) midir nedir, o türlü yemeği yerler. Ufak bir uykuya yatarlar. Kıyafet değiştirerek işlerinin başına giderler. Bu intizam, fena değil. Bu hâl, sabah akşam aynı saatte olur ki hesapça yedi defa giyinmek, sekiz defa soyunmak icap ediyor. Bir şey değil! Yalnız, benim işime gelmez. Gazeteciler, bu fıkrayı görürlerse sevineceklerdir. Çünkü, kendilerine epeyce sermaye çıkar. Tıp yazıcıları çarçabuk kaleme sarılarak: “Hıfz-ı sıhhat istihmâm fil bahr”11 diye makaleler yazmaya hazırlanacaklar. Bizimkiler de; “Kurtarma”, “Boğulma” başlıklarıyla birkaç fıkra yazarız diye günlük vakaları kızıştıracaklardır.
Ben yüzme bilmediğim için, ekseriya, Kalamış sahillerini severim. İsterseniz denizin ortasına kadar gidin, sular belden yukarıya çıkmaz. Hem, biraz da sıcak olur. Fener de ondan aşağı kalmıyor. Bakırköy hamamlarında da bu kolaylık vardır. Köprüye hiç söz yok. Yalnız, ne zaman girsem altındaki döşemenin, korkunç bir gürültü ile hamamın gövdesinden koparak Haliç’e doğru yüzmeye başlayacağı korkusu aklıma gelir.
Geçen sene, Rıhtım Şirketi’nin seyyar hamamlar yapacağı söyleniyordu. Denize ait faydalı icatlardan olan böyle bir binanın şehrimizde dahi olması gerekir. Eğer şirket bu teşebbüsünü hayırlısıyla başarırsa haylice kazanır sanırım.
Bu türlü hamamlarda hatırı sayılır komedyalar oluyor. Yüzme bilmeyenleri korkutmak, denize itmek, su serpmek eski âdetlerdendir.
Geçen pazar, Köprü deniz hamamında bulunuyordum. Tanımadığım, kuruntulu bir zat, soyunmuş olarak yanıma geldi. Gözümde gözlük olması dolayısıyla beni doktor zannetmiş. Birdenbire dedi ki:
“Doktor bey! Denize aç mı, tok mu, yoksa ikisinin ortası mı girmeli?”
Kendimi hiç bozmadan tabiplere mahsus vakar ile dedim ki:
“Şimdi ne hâldesiniz?”
“Aç!”
“Öyle ise durmayın, girin.”
Ben cümlemi bitirir bitirmez suyun ortasında bir şey patladı. Meğer o kuruntulu yüzücü, fikrince, aç girmek taraflısı imiş. Ben söyler söylemez, gönülden inanarak kendini kapıp hamamın ortasına fırlattı. Fıkrayı arkadaşlardan birine anlattığım zaman, dostum dedi ki:
“Ya o zat, hamam yapma zamanını sorsaydı ne cevap verecektin?”
Dedim ki:
“Bundan kolayı mı var! Ne zaman vaktin olursa o zaman, derdim.” Bunun üzerine, epeyce gülüştük. Şimdi hatırıma geldi, sivrisineklerden incinmiş olan dostuma, keşke deniz hamamını tavsiye edeydim. Dediklerine göre, deniz suyu cilt kabarmalarına çok iyi geliyormuş.
Denizden bahsediyoruz ya, bir hocanın zekâ inceliğini hatırladım. Talebenin biri sorar:
“Hoca Efendi, boğulanlar niye denizin üzerine çıkıyorlar?”
Hoca, bunun hikmetini birdenbire akıl edemez. Fakat o zeki öğrenciye inandırıcı bir cevap vermek zorunda bulunduğu için der ki:
“Çocuklar görsünler de ibret alsınlar diye.”
4
Alafranga geçinen arkadaşlardan biri, geçenlerde, “Malumat”ın12 bir bahsi unutmakta olduğunu söyleyince çarçabuk sordum:
“O bahis hangi bahistir?”
“İspor.”
“İspor mu? İspor ne demektir?”
“İspor İngilizce bir kelimedir ki bizde koşu, yarış, müsabaka, güreş ve buna benzer eğlence ve oyunların hepsini içine alır. Hatta, deniz ve kara avcılıkları da bunun içindedir.”
Ben tafsilatı aldım ya, bu eksiği gidermek ve tamamlamak için, rast geldiğim, duyduğum şeyleri birer birer yazarak size mektup göndermeye karar verdim. Fakat, ne garip tesadüf! Arkadaşımla havanın sıcaklığından, akşamın serinliğinden bahsede bahsede, Şişli’nin Maslak ve Zincirlikuyu13 taraflarına giden caddesinden yürüyorduk, öteden, bir dumandır söktü. Süratte göz kamaştırıcı şimşeği andıran, bir cin arabası görünmeye başladı. Sokaklarımızda alabildiğine gezen, garip hayvanlara ve insanlara bile ağzı açık saldıran köpeklerden birkaçı da ardını bırakmıyordu. Bu geliş öyle hır çıkarıcı gelişlerden değildi, önde bir tekerlek, o tekerleğin çemberine teğet çekilen çizgi istikametine doğru eğilmiş bir vücut, ondan ötede yine bir tekerlek durmadan hareket ediyordu.
Bu alet binicisinin, yaklaştıkça yüz hatları, kıyafeti, tavrı, hâli apaçık beliriyordu. Uzunca, sarışın, kadınların bergamudi14 dedikleri rengin daha açık tonunda. Başında bu âleme mahsus olan damalı kasket, sırtında limoni, keten ve önü âdeta yeleklerin yanlarını kapayacak derecede düğmeli bir ceket, ham ipekten yapılma bir gömlek var. Takma yakalı, püskül boyun bağlı, omuzları geniş, pazusu ve kürek kemiği, adaleleri kuvvetli. Beline bir kuşak dolamış, bir ucu kuşağa, öbürü bismark renkli15 kısa pantolonunun cebine dalmış gümüş veya nikelden bir zincir. Ayaklarında, dizine kadar örten hafif kahverengi bir çorap ile alafranga çarık vardı.
Terlemiş. Akşamın kararsız rüzgârı, velosipedle16 önünde döne döne havlayan kayış bacakların kaldırdıkları tozu, durmadan yüzüne iade ediyordu. Çehresi kir içinde, koltuklarının altı akciğer ve karaciğerlerine doğru bir nemli zemin hâlinde idi. “İspor!” diye söylendim. Binici, bize gururlu bir bakışla bakarak yanımızdan hızla geçti. Bir göz açıp kapayıncaya kadar uzaklaşacak diye onu seyrederken, kasırgaya tutulmuşçasına, birkaç defa döner gibi oldu. Nazarımız değmiş olmalı ki biçare, edinmiş olduğu süratin verdiği kuvvetle devrilerek alet bir tarafa, kendi de hendeğin yanına yuvarlandı. Bu hâle acınır, değil mi? Fakat ben, gülmekten yanına gidemedim. Arkadaşım, o Frenklere mahsus tavrıyla yaklaşarak Fransızca, kazanın neden ileri geldiğini sordu. Makinenin çivisi mi düşmüş, tekerleği mi eğrilmiş, velhasıl bir şey olmuş. Geçmiş olsun, dedik. Meğer, vaka bununla savuşmuyormuş.
11
A. Rasim’in uydurduğu Arapça bir cümle: ‘‘Sağlığı korumak, deniz hamamlarında yıkanmakla olur.’’
12
Malumat: 1895’ten itibaren Baba Tâhir’in çıkardığı, tanınmış bir gazete. Uzun bir süre haftalık,bir aralık da günlük olarak çıkmıştır.A.Rasi, ‘‘Şehir Mektupları’’ kitabındaki yazılarının çoğunu, ilkin bu gazetede yayımladı.
13
Maslak: İstanbul’da Şişli kazasından Boğaziçi’ne inen yol üzerinde bir gezinti, dinlenme yeri. Zincirlikuyu: Şişli’ye bağlı semtlerden biri.
14
Bergamudi: Turunçgillerden bir meyve olan ‘‘bergamud’’ un renginde, sarımsı pembe.
15
Bismark rengi: Koyu kahverengiye çalar bir renk.
16
Velosiped (velocipede): Bisiklet.