Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap. Марсель Пруст
saatleri düşünmek istemiyordum; ertesi sabah unutmuş olacağım için hiçbir önem teşkil etmediği konusunda kendimi ikna etmeye, beni önümdeki korkunç uçurumun ötesine geçirebilecek bir köprü gibi geleceğe ait düşüncelere tutunmaya çabalıyordum. Ama endişelerimle gerilmiş, anneme yönelttiğim bakışlar gibi dışa dönmüş olan zihnim, hiçbir dış etkinin içine nüfuz etmesine izin vermiyordu. Ancak beni duygulandıracak bir güzelliğin veya sadece eğlendirici gülünçlüğün tüm etmenlerini dışarıda bırakmak kaydıyla düşünceler zihnime girebiliyordu. Tıpkı anestezinin etkisiyle hiçbir şey hissetmeden geçirmekte olduğu ameliyatı bilinci tamamen açık bir şekilde izleyen bir hasta gibi, sevdiğim mısraları ezberden okuyabiliyor veya büyükbabamın Swann’a Audiffret-Pasquier dükünden söz etmek için gösterdiği çabayı, eğlenceye dair tek bir duygu belirtisi göstermeden gözlemleyebiliyordum -ki bu çabalar sonuçsuz kaldı. Büyükbabam, Swann’a bu hatiple ilgili bir soru sorduğu sırada, kulakları bu soruyu derin ama rahatsız edici ve nezaket icabı bozulması gereken bir sessizlik gibi algılayan büyük teyzelerimden biri ötekine seslendi: “Biliyor musun Céline, bana İskandinav ülkelerdeki kooperatiflerle ilgili çok ilginç bilgiler veren İsveçli genç bir öğretmenle tanıştım. Bir akşam onu yemeğe çağırmalıyız.” “Bence de!” diye cevap verdi kardeşi Flora. “Ama ben de zamanımı boşa harcamadım. M. Vinteuil’ün evinde Maubant’ı çok iyi tanıyan yaşlı bir âlimle tanıştım, Maubant ona, sahnede rolünü nasıl canlandırdığını en ince ayrıntısına kadar açıklamış. Çok ilginç. M. Vinteuil’ün komşularından biriymiş bu adam, hiç bilmiyordum; ayrıca çok nazik bir beyefendi.” “Nazik komşuları olan tek kişi M. Vinteuil değil!” diye haykırdı Céline teyzem, çekingenliğinin sebep olduğu, planlı ve dolayısıyla yapay bir ses tonuyla, bir yandan da Swann’a anlamlı diye nitelendirdiği bir bakış atarak. Céline’in bu cümlesiyle, gönderdiği Asti şarabı için Swann’a teşekkür etmek istediğini anlayan Flora teyzem de bu esnada, hem bir kutlama hem de belki ablasının nüktesini vurgulamak istediğinden, belki de bu nükteye ilham kaynağı olduğu için Swann’a gıpta ettiğinden, belki de sadece köşeye sıkıştığını sandığı Swann’la dalga geçmekten kendini alamadığı için alaycı bir ifadeyle Swann’a bakıyordu. “Bu beyefendinin, akşam yemeği davetimizi kabul edeceğine inanıyorum.” diye devam etti Flora. “Maubant’dan veya Mme Materna’dan söz açıldığında, saatlerce durmaksızın konuşuyor.” “Bu çok hoş olmalı.” diye iç geçirdi büyükbabam. Doğa maalesef büyük teyzelerimin hamuruna Molé’nin veya Paris kontunun özel hayatına ilişkin bir hikâyeden tat alabilmek için insanın kendisinin eklemesi gereken bir tutam tuzu koymayı unuttuğu gibi, büyükbabamın hamuruna da İsveç’teki kooperatiflerle veya Maubant’ın bir rolü oluşturmasıyla tutkuyla ilgilenme ihtimalini koymayı da ihmal etmişti. Swann, büyükbabama, “Biliyor musunuz, söyleyeceğim şey bana sorduğunuz şeyle göründüğünden daha da ilintili, çünkü bazı bakımlardan, dünya pek fazla değişmedi.” dedi. “Bu sabah Saint-Simon’u tekrar okurken sizin çok hoşunuza gidecek bir şeye rastladım. İspanya Büyükelçiliğiyle ilgili kitabındaydı; en iyilerinden sayılmaz, bir günlük sadece ama en azından şaşırtıcı derecede güzel yazılmış bir günlük, ki bu da sabah akşam okumak zorunda olduğumuz o sıkıcı gazetelerle karşılaştırılınca önemli bir fark.” “Ben sizinle aynı fikirde değilim, bazı günler gazete okumak çok hoşuma gidiyor…” diye araya girdi Flora teyzem, “Le Figaro”da Swann’ın Corot tablosu hakkında yazılan cümleyi okuduğunu göstermek için. “Bizi ilgilendiren şeylerden veya kişilerden bahsettiklerinde!..” diye ekledi Céline teyzem. “Buna bir itirazım yok.” diye cevapladı Swann şaşkınlıkla. “Benim gazetelerde eleştirdiğim şey, önemli konuların işlendiği kitapları hayatımız boyunca sadece üç veya dört defa okurken; onların o kadar da mühim olmayan şeyler hakkında her gün dikkatimizi çekmeleri. Mademki her sabah gazetenin ambalajını heyecanla koparıyoruz, o zaman bir değişiklik yapılıp ne bileyim ben… Pascal’ın ‘Düşünceler’ini falan koymaları gerekir!” (Bu kelimeyi, kendini beğenmiş gibi görünmesin diye alaycı bir tonda söyledi.) “Yunanistan kraliçesinin Cannes’a gittiğini veya Léon prensesinin bir maskeli balo düzenlediğini de ancak on yılda bir açtığımız sayfa kenarları yaldızlı kitaplardan okurduk o zaman.” diye ekledi bazı yüksek sosyete mensuplarının sosyete olaylarına karşı takındığı küçümser bir edayla. “Böylece doğru orantı sağlanmış olurdu.” Sonra kibar bir tonla, ciddi şeylerden bahsettiğine pişman olarak, “Sohbetimize diyecek yok!” dedi alaycı bir şekilde. “Neden bu ‘zirve’lere çıkmaya niyetleniriz bilmem.” Ve büyükbabama dönerek: “Saint-Simon, Maulevrier’in, oğullarına elini uzatma cüretini gösterdiğini anlatıyor. Biliyorsunuz, ‘Bu kalın şişenin içinde öfke, basitlik ve aptallıktan başka bir şey görmedim.” diye bahsettiği şu Maulevrier…” “Kalın veya değil, içinde çok başka şeyler bulunan şişeler biliyorum.” diye atıldı Flora, Swann’a ikisine de Asti şarabı gönderdiği için teşekkür etme niyetiyle. Céline gülmeye başladı. Hayrete düşen Swann sözüne devam etti: “ ‘Cehaletten mi madrabazlıktan mı bilmem, çocuklarımın elini sıkmak istedi. Neyse ki vaktinde fark edip engel oldum.’ diyor Saint-Simon.” Büyükbabam, “cehaletten mi madrabazlıktan mı” ifadesine hayran olmuştu bile ama Saint-Simon adının -bir edebiyatçı sıfatıyla- işitme duyusundaki anestezi etkisini engellediği Mlle Céline kızıyordu: “Nasıl olur? Bunu mu beğeniyorsunuz? Hadi canım! Peki bu ne demek oluyor; insanlar eşit değil mi? Eğer bir insanın aklı ve yüreği varsa dük veya arabacı olmuş ne fark eder? Sizin Saint-Simon, çocuklarına bütün dürüst insanların elini sıkmalarını söylememişse bu çok güzel bir öğreti! Tek kelimeyle korkunç! Ve siz bunu örnek olarak mı gösteriyorsunuz?” Büyükbabam bu engel karşısında, Swann’a kendisinin hoşuna gidebilecek bir hikâye anlattırmaya çalışmanın imkânsızlığını hissederek anneme alçak sesle şöyle dedi: “Tam da böyle zamanlarda beni rahatlatan, bana öğrettiğin şu mısrayı unuttum. Hah! Evet şöyleydi: ‘Tanrı’m, öyle bir fazilet ki bu, bizi kendinden nefret ettiren!’ Ah! Ne kadar da güzel!”
Gözlerimi annemden ayırmıyordum, sofraya geçildiğinde tüm akşam yemeği boyunca kalmama müsaade olmadığını, babamı kızdırmamak için annemin insanların önünde odamdaki gibi onu tekrar tekrar öpmeme izin vermeyeceğini biliyordum. Kendi kendime, yemek odasına geçtiğimizde yemeğe başlanacağı sırada, gitme saatimin yaklaştığını hissettiğim an, bu kısa ve kaçamak öpücüğün öncesinde tek başıma yapabileceğim her hazırlığı yapmaya, bakışlarımla annemin yanağının neresini öpeceğimi kararlaştırmaya söz vermiştim; tıpkı poz verme seansları için kısıtlı vakti olan bir ressamın paletini hazırlaması ve mecbur kaldığında bir modelin varlığı olmadan da yapabileceği şeyleri önceden belleğine ve notlarına başvurarak tamamlaması gibi zihnimi hazırlayacak, bu düşünsel öpücük başlangıcı sayesinde, annemin bana ayıracağı bir dakikanın tümünü onun yanağını dudaklarımda hissedebilmeye harcayacaktım. Ne var ki yemek çanı çalmadan büyükbabam bilinçsiz bir acımasızlıkla, “Ufaklık yorgun görünüyor, yatmaya gitse iyi olur. Bu gece geç yiyeceğiz yemeği.” dedi. Anlaşma kurallarına annem ve büyükannem gibi titizlikle uymayan babam da “Evet, hadi git yat.” dedi. Annemi öpmek istedim, tam o anda akşam yemeğinin zili duyuldu. “Ama yeter, anneni rahat bırak, iyi geceler dilediniz ya birbirinize zaten, bu ritüeller çok gülünç! Hadi yukarı!” Böylece yolluğumu almadan yukarı çıkmak zorunda kaldım, merdivenin her basamağını, beni öperek peşimden gelme iznini kendinde bulmayan annemin yanına dönmek isteyen -günümüzün tabiriyle- “gönlüme karşı koyarak” mecburen çıktım. Her zaman böyle üzgün tırmandığım bu iğrenç merdivenler, her gece yaşadığım bu belli türdeki hüznü bir şekilde emip sabitleşmiş bir vernik kokusu yayıyordu ve belki de bu hüznün duyarlılığım üzerindeki etkisini daha da acımasızlaştırıyordu çünkü bu koku