Otuz Yaşındaki Kadın. Оноре де Бальзак
gözleri önüne serdiği tabloda Arthur’un temiz çehresi her gün daha arı, daha güzel fakat geçici olarak biçimleniveriyordu. Bu anı üzerinde durmaya kendinde yürek bulamıyordu çünkü. Genç İngiliz’in sessiz ve utangaç sevgisi, evlenişinden beri bu kederli ve yalnız gönülde birkaç tatlı anı bırakan tek olaydı. Julie’nin zihnini derece derece kederlendiren bütün boşa çıkmış umutlar, doğmadan ölmüş bütün arzular, muhayyilenin doğal bir işleyişi ile bu erkeğin üzerinde toplanıyordu belki. O adam ki tavırları, duyguları ve karakteri Julie’ninkilerle bunca benzerlik gösterir gibiydi. Fakat bu düşüncede bir kaprisin, bir düşün görünüşü vardı hep. Her zaman iç çekişlerle sona eren bu gerçekleşmesi imkânsız düşten sonra Julie daha mutsuz olarak uyanıyor; gizli acılarını -hayali bir mutluluğun kanatları altında uyuttuğu zaman- daha iyi duyuyordu.
Ara sıra sızlanışlarının bir çılgınlık ve ataklık karakterine büründükleri oluyor; ne pahasına olursa olsun zevk peşinde koşmak istiyordu. Fakat daha sık olarak da ne olduğu bilinemez, aptalca bir uyuşukluğa kendini kaptırıyor; anlamadan dinliyor veya öylesine belirsiz, öylesine kararsız düşünceler besliyordu ki bunları anlatacak sözleri bulamıyordu. En gizli arzuları, genç kızken hayalini kurduğu alışkanlıklar gerçekleşmediği için, gözyaşlarını içine akıtmaktaydı. İçini kime dökecekti? Kim kulak verebilecekti ona? Sonra kadınlara özgü o çok büyük incelik, duygulardaki o hoş utangaçlık vardı onda. Bu da boş yere sızlanmamayı, zafer, yeneni de yenileni de utandıracaksa gurura kapılmamayı gerektirir. Julie kendi gücünü, kendi iyi huylarını M. d’Aiglemont’ya aşılamaya çalışıyor ve kendisinde eksik olan mutluluğu tatmakla övünüyordu. Kadınlığının bütün kurnazlığını, kocasının farkında olmadığı ve ancak despotluğunu sürdürmeye yarayan, birtakım idare şekilleri bulmaya harcıyordu. Ara sıra mutsuzluktan sarhoş gibi olduğu, kafasının işlemediği, kendisini tutamaz hâllere düştüğü oluyordu. Fakat bereket versin gerçek bir sofuluk onu son bir umuda doğru götürüyordu hep. Ölümden sonra ruhun var olacağı düşüncesine sığmıyor, bu güzel inanç ızdıraplı görevine yeniden katlanma imkânını sağlıyordu ona. Bu korkunç savaşların, bu manevi iç acılarının hiç de güzel bir yanı yoktu; bu bitmez hüzün nöbetlerinden herkes habersizdi; hiçbir canlı varlık onun donuk bakışlarını, yalnızken rastgele döktüğü acı gözyaşlarını görmüyordu.
Hâl ve şartların zoru ile markizin farkında olmadan ulaştığı bu kaygı verici durumun tehlikeleri, 1820 yılının bir akşamında bütün ciddilikleriyle gözlerinin önüne serildi. Bir karı koca birbirlerini iyice tanıyıp birbirlerine adamakıllı alışınca, bir kadın bir erkeğin en küçük davranışlarını yorumlamayı öğrenince ve onun kendisinden gizlediği duygularla olayları kavramayı başarınca işte o zaman, çok defa, bir sürü şey birdenbire aydınlığa kavuşuverir. Bu da vaktiyle rastgele öne sürülmüş yahut önceden aldırmaksızın söylenilmiş düşüncelerden, sözlerden sonra olur. Çoğu zaman bir kadın, uçurumun kıyısında veya dibinde, birden uyanıverir. Birkaç gündür yalnız olduğu için mutlu olan markiz de yalnızlığının sırrını seziverdi. Uçarı veya bıkkın, cömert veya kendisine karşı merhamet dolu olsun, kocası kendisine ait değildi artık. Julie o anda kendisini düşünmedi; çektiği acıları, katlandığı fedakârlıkları da düşünmedi. Sadece anne oldu ve kızının kaderini, yarınını, mutluluğunu gördü. Kızı, yani kendisine az çok mutluluk veren tek yaratık. Helene, kendisini hayata bağlayan tek varlık. Bir üvey anne, bu sevgili varlığın yaşantısını korkunç bir boyunduruk altında boğabilirdi. Julie yavrusunu bundan korumak için yaşamak istiyordu şimdi. Korkunç bir geleceğin böyle yeniden gözleri önüne serilmesi karşısında, uzun yıllar sürüp giden ateşli düşüncelere daldı. Bundan böyle kendisiyle kocası arasında bir sürü düşünce bulunacak, bunların yükünü ise yalnız kendisi taşıyacaktı. O güne dek Victor’un kendisini -ne kadar sevebilirse o kadar- sevdiğine güvenerek, paylaşmadığı bir mutluluk uğrunda fedakârlığa katlanmıştı. Fakat bugün gözyaşlarının kocasını sevindirdiğini bilmekten ileri gelen bir hoşnutluğa sahip değildi artık, dünyada yapayalnızdı, felaketlerden felaket beğenmekten başka yapacağı bir şey yoktu. Gecenin sessizliği, sakinliği içinde bütün güçleri gevşetiverdi bezginlikle, üzerine uzandığı divanı ve neredeyse sönecek olan ateşi terk ederek gidip bir lambanın ışığında kızını, sert bir bakışla seyrettiği sırada, M. d’Aiglemont neşe içinde kapıdan giriverdi. Julie, Helene’in uyuyuşunu ona da seyrettirdi ama kocası, genç kadının coşkunluğunu basmakalıp bir sözle karşıladı, ‘‘Bu yaşta bütün çocuklar sevimlidir.” dedi.
Sonra aldırmaz bir tavırla kızını alnından öptü, beşiğin perdelerini kapadı, Julie’ye baktı; elini ellerine aldı ve onu, bunca uğursuz düşüncenin ortaya çıkmış olduğu divana götürüp yanına oturttu. Markizin kofluğunu çok iyi bildiği o çekilmez neşe ile “Bu akşam çok güzelsiniz, hanımefendi!” dedi.
Genç kadın derin bir aldırmazlık tavrı takınarak, “Neredeydin bu akşam?” diye sordu.
“Madame de Serisy’de.”
Şöminenin üzerinden, ateşin sıcaklığından korunmak için kullanılan yelpazeyi andırır ekranı almış, saydamlığını dikkatle inceliyordu. Karısının döktüğü gözyaşlarının izlerini fark etmemişti. Julie irkildi. Yüreğinden yükselen fakat orada zapt etmek zorunda kaldığı düşünceler seli dille anlatılacak gibi değildi.
“Madame de Serisy gelecek pazartesi bir konser veriyor, senin de gelmeni çok istiyor. Uzun zaman ortalıkta görünmedin ya o da bu yüzden seni kendi evinde görmek istiyor. İyi kadıncağız, seni çok seviyor. Gidersen beni de sevindirirsin. Senin adına hemen hemen söz vermiş durumdayım…”
Julie, “Giderim.” diye cevap verdi.
Markizin sesinin tonunda, edasında ve bakışında öylesine içe işleyen, öylesine özel bir şey vardı ki aldırmazlığına rağmen Victor, karısına şaşkın şaşkın baktı. Hepsi bu kadarla kaldı. Julie, kocasının kalbini çalan kadının Madam de Serisy olduğunu anlamıştı. Umutsuz bir hayal âlemi içinde uyuşup kaldı, ateşe çok dikkatli bakıyormuş gibi göründü. Victor şömine ekranını elinde evirip çeviriyordu. Başka yerde mutlu olduktan sonra kendi evine mutluluğun yorgunluğunu getiren bir adamın sıkıntılı tavrı vardı onda. Birkaç defa esnedikten sonra bir eline şamdanı aldı, öteki elini de yavaşça karısının boynuna doğru uzatıp onu öpmek istedi. Fakat Julie eğilerek ona alnını uzattı, akşam öpücüğünü alnına kondurttu; isteksiz, sevgisiz bir öpüştü bu, yüz buruşturur gibi bir şeydi, bu da iğrenç göründü ona. Victor kapıyı kapatınca markiz kendini bir koltuğa bıraktı, dizlerinin bağı çözüldü, hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu sahnede ne gibi acılar gizli olduğunu anlamak, bunun ne türlü uzun, korkunç facialara yol açtığını sezmek için insanın başına buna benzer acıklı bir işin gelmiş olması gerektir. Bu basit, aptalca sözler, karı koca arasındaki bu susuşlar, davranışlar, bakışlar; ateşin karşısına otururken markinin takındığı tavır, karısını boynundan öpmek isterken aldığı poz, her şey, her şey bu anı, Julie’nin tek başına sürdüğü ızdırap dolu yaşamın acıklı bir sonucu hâline sokmaya yaramıştı. Genç kadın o çılgınlık anında divanın önünde dize geldi, hiçbir şey görmemek için yüzünü oraya kapadı ve Tanrı’ya yalvardı. Bunu da yakarışına içli dışlı bir eda, yeni bir anlam vererek yaptı. Kocası duysaydı yüreği parça parça olurdu bu yüzden. Tam bir hafta, Hâlim ne olacak? diye düşündü durdu. Uğradığı felaketin pençesinde kıvranarak ve gönlüne yalan söylememek, markinin üzerindeki nüfuzunu yeniden kurmak, kızının mutluluğuna göz kulak olacak kadar yaşamak çarelerini araştırarak bu felaketi inceledi. Bunun üzerine kendisine rakip olan kadınla savaşmaya, yeniden insan içine çıkmaya ve orada herkesin dikkatini çekmeye