Aşk-ı Memnu. Халит Зия Ушаклыгиль

Aşk-ı Memnu - Халит Зия Ушаклыгиль


Скачать книгу
hareketsiz, sessiz, asabına çöken bir gevşeklikle Bülent’in gevezeliklerini dinleyerek dalgın gözlerle duruyordu. Bülent şimdi şekerlemeciye diyordu ki:

      “Hayır, hayır. Anlamadınız. O değil, öteki sepet, görmüyor musunuz? İşte üstünde torbası, kurdelelilerinin arasında bir kuşu var… Onu ağabeyime götüreceğim. Bildiniz ya? Behlûl Bey… Hani ya bana her vakit çikolata getirir… İçine fondan koydunuz mu? On tane de kayısı koyunuz… Tamam!.. Aman bozulmasın…”

      O vakit büyük bir ihtiyatla güya şekerlemecinin elinden sepeti alıyor, “Burada dursun, dizlerimin üstünde!..” diyor, sonra arabacıya tekrar emir veriyordu: “Köprü! Köprüye! Artık alınacak bir şey kalmadı… Çabuk ol, vapura yetişemeyeceğiz, koş koş… Geç kalırsak bey babama ne deriz?..”

      Öteden Şayeste, Beşir’e yine bağırıyordu:

      “Şimdi konsola çarpacaksın! Sen de çocuğun dediğine bakıyorsun!”

      Bülent artık Mlle de Courton’un taklidini yapıyor, iki elleriyle başını tutarak ihtiyar kızın Fransızcasıyla “Oh! Aman ya Rabbi!.. Zannolunacak ki bir kasırga içinde yuvarlanıyoruz…” diyordu.

      Sonra birden Türkçeye, fakat Mlle de Courton’un Türkçesine çevirerek arabacıya bağırıyordu:

      “Ağabacı, duğ! Duğ!”

      Bülent ihtiyar mürebbiyenin tavrını, edasını, telaşını o kadar güzel taklit ediyordu ki Nihal’in ince dudaklarında bir tebessüm beliriyordu; birden yanı başında Mlli de Courton’un sesini işitti:

      “Nihal! Kapıma siz vurdunuz, değil mi?”

      Sıçrayarak, derin bir hülyasından birdenbire uyandırılmış gibi ayağa kalkarak, bir saniye cevap veremedi; sonra hatırlayarak ve birden kalbinde meçhul bir musibetin önsezen korkusu uyanarak haber verdi:

      “Bey babamın yanına inmenizi söylemiştim, sizi görmek istiyor…”

      Bir şey daha ilave etmek istiyormuşçasına duruyordu, sonra o ilave olunacak şeyi bulamayarak ve gözlerini Mlle de Courton’un yüzünden ayırarak oturdu.

      İhtiyar kız aşağıya inerken o, gene Bülent’i seyretti. Bülent arabacıya köprü için emir verdiğini unutmuştu. Şimdi Taksim Caddesi’nden iniyorlardı. “Hah! Burada duralım.” diyordu. “Biraz bahçede gezeriz.”

      Nihal, gözleri Bülent’in arabasına dikilmiş fakat artık kardeşinin ne dediğini işitmiyordu; küçücük dimağında siyah bir bulut parçalanmış, orasını gecelere boğmuş gibiydi.

***

      Bu akşam sofrada Behlûl’den başka hep sükût ettiler. Bülent yorgun, vaktinden evvel uykusu gelmiş, somurtuyordu. Behlûl tuhaf bir hikâye anlatıyordu galiba… Söylerken gülüyor hatta kahkahaları ötede, Nihal’in arkasında duran Beşir’e bile ulaşıyordu.

      Nihal onun yüzüne bakmıyordu. Bir aralık gözlerini bir kuvvet cezbetti; Behlûl’ü dinliyor görünmek için gülümseyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.

      “Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?”

      Bu her sofrada tekrarlanan bir nakarattı. O, zorla et yerdi, Adnan Bey için bu bir daimî dertti. Boğularak cevap verdi: “Yiyorum babacığım!” Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki Mlle de Courton’a baktı. İhtiyar kız dalgın ve güya bir facianın matemini tutuyor zannolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu. Birden, tayin edilemez bir acıma, babasıyla bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan doğan derin bir mazlumiyet yeisi duydu. Bu iki nazar ona babasıyla mürebbiyesinin görüşmesinin neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği musibetin orada açık bir delilini okumuş oldu. Lokmasını hâlâ yutamıyordu, birden boğazına bir şey tıkandı ve oraya, sofranın üzerine kapanarak, zapt olunmaya vakit bulunamadan coşan gözyaşlarıyla, şiddetli hıçkırıklarla ağladı…

***

      Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi. “Baba!..” dedi. “Bugün benim resmime çalışacak mısınız?..” Sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemeyerek koştu, kollarıyla babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu. “Baba!..” dedi. “Beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?”

      Babası, dudaklarına sürülen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı:

      “Elbette!..”

      Nihal, bir saniye, güya söyleyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının omzundan, güya ziyasıdan korkup da kaçınmamak istediği bu dayanak noktasından kaldırmayarak “Öyle ise zarar yok, gelsin!..” dedi.

      3

      Mlle de Courton’un, Behlûl’ün o kadar istihzalarına hedef olan şapkaları ne derece süslü, şatafatlı ise hayatı bilakis o derece sade, kısaydı. Servetinin son kırpıntılarını Paris’in Longchamp koşularında kaybettikten sonra ancak bir kuş kafasını dolduracak kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı; o vakit evlenmek için pek geç kalan Mlle de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeleyecek bir hayat ile Paris kaldırımlarına düşmek yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfatıyla vilayetlerden birinde, hısımlarının yanında sığınacak yer bulmak çarelerinden birini seçmeye mecburdu. İkincisini tercih etti. Hatta burada tamamıyla sığınmış bir mahluk derecesinde kalmamak, sofrada yediği ekmeği kazanmış olmak için evin çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu, hayatının o yönünü değiştirmiş oldu. Bir gün ufak bir güceniklik, o gücenikliğin arasına giren küçük bir fırsat sebep olarak bu fakir asilzade kız, ta Fransa’nın bir köşesinden Beyoğlu’nun güzide bir Rum ailesine mürebbiliğe geldi. Burada uzun bir zaman, İstanbul’un Beyoğlu’ndan Şişli’ye, köprüden Büyükdere’ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmeyerek senelerce kaldı; Adnan Bey’in yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.

      Nihal henüz dört yaşında idi: Adnan Bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahluklardan, o henüz Fransa’dan geldiklerini iddia eden ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında noksan öğrenilmiş Fransızcalarını sahte bir telaffuzun süslerine boğmaya çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi. Adnan Bey’in müşkülpesentliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazen ikinci günü bir bahane ile izin verilmeye lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç evlenmediğini ağzından kaçıracak kadar yalancılıkta hatırası sağlam olmayan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki Adnan Bey kızı için başka çareler düşünmeye başlamıştı.

      Bir tesadüf -İstanbul’da mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir- Adnan Bey’e o bulunamayan şeyi buldurdu: Mlle de Courton.

      Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına giderken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içerisinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete dönüştü. O, mermer döşenmiş büyük bir sofa; taştan sütunlar


Скачать книгу