Pembe İncili Kaftan. Омер Сейфеддин
bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan, arzın üzerinde Allah’ın bir halefiydi. Allah insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışırdı ama insana… Muhsin Çelebi her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zahifeler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi hatta bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları gureba bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı ama kızdırmadı:
“Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?”
“Ben mi?”
“Evet.”
“Ne münasebet?”
“Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…”
“Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.”
“Niçin girmedin?”
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi:
“Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem!” dedi, “Hâlbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip el etek hatta ayak öpüp bin türlü tabasbusla, riyayla, tekâpuyla çıktıklarından etraflarına daima hep bu zelil mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep deni riyakârlar, ahlaksız müdahinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır! Mert, doğru, izzet-i nefis sahibi, hür, vicdanın sesine kulak veren bir adam gördüler mi hemen garaz olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi paşam?”
…
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar Acaba deli mi? diye düşündü. Deli değilse… Bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, “nizam-ı âleme” muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, Şunun başını vurdursam… dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “İşte sen de tabasbus, riya, tekâpu yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Süzük gözlerini açtı. Avcunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… Al yanakları… Yeni tıraşlı, beyaz, kalın boynu… Biraz büyücek, eğri burnu… İnce sarığı… Tıpkı, “Şehname” sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte!” dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı:
“Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.”
Muhsin Çelebi sordu:
“Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan intihab etmiyorsunuz?”
“Sen Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?”
“Biliyorum.”
“Devletini seviyor musun?”
“Seviyorum.”
Hakîm sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
“Pekâlâ öyleyse…” dedi, “Bu habis ‘elçiye zeval yok’ kaidesini kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında, hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister.
İhtimal işkenceyle idam eder çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Hâlbuki elçimize yapılacak hakaret devletimize yapılmış demektir. Bize öyle bir adam lazım ki hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynıyla o habise iade etsin… Devletini seversen sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!”
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
“Ettim efendim fakat bir şartla…” dedi.
“Ne gibi?”
“Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbî olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıb, ücret falan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!”
“Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvabı daha muhteşem, daha ağır olmak icap eder… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.”
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
“Hayır.” dedi, “Hazineden bir pul almam. İcap ederse muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…”
(....)
Sadrazam gözlerini açtı.
“Hatta sırtıma Şah İsmail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.”
“Ne giyeceksin?”
“Sırmakeş Toroğlu’ndaki, dibası Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme ‘Pembe İncili Kaftan’ı alacağım…”
“Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın oğlum?”
Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha hediye etmek için Toroğlu’na müracaat ettikçe o, fiyatını arttırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı:
“Çiftliğimle mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.”
Sadrazam bu hareketi makul bulmadı:
“Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.”
“Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!”
Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse devletinin haysiyetinden ziyade alacağı ihsanı düşünecek, hakkında reva görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam Muhsin Çelebi’yi yemeye de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu ta sofaya kadar teşyi etti.
(…) Altı ay içinde Muhsin Çelebi, büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı.