Pembe İncili Kaftan. Омер Сейфеддин
elçiye karşı nefsinde derin bir garaz duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellatlarını hazırlattırdı. Tahtının önündeki diba şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı.
(…) Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı name-i hümayunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstünde -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi- garip bir yırtıcı kuş sükûnuyla tüneyen şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Nameyi aldı. Muhsin Çelebi tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba… dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan’ı çıkardı. Tahtın önüne, yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu. İnce, dev ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sedasıyla:
“Namesini verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han neslindendir.” diye haykırdı, “Dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdadı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi hiçbir ecnebi padişah karşısında divan durmaz çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…”
Muhsin Çelebi kaba Türkçe nutkunu bağırdıkça Farisi bilmeyen şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı name, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı çağırdı. Mukarribler, vezirler, cellatlar, muharipler; hükümdarlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince müsaade falan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak gururu bugün, bu tek Türk’ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken kendi gibi hayretten donan nedimlerine:
“Şunun kaftanını veriniz.” dedi.
Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
“Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.”
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
“Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz?” dedi.
(…) Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki:
“Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki esvapları, belinizdeki murassa hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?”
“Ediyoruz!”
“Ediyoruz!”
“Ananızın ak sütü gibi.” cevabını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Nameyi şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam onun vazifesini hakkıyla ifa edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
“Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı?” dedi.
“Hayır, getirmedim.”
“Acemistan’da mı sattın?”
“Hayır, satmadım.”
“Çaldırdın mı?”
“Hayır.”
“Ya, ne yaptın?”
“Hiç…”
Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu’na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse meşhur Pembe İncili Kaftan’ın “nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla murassa takımını satıp Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama “yine” ne kimseye boyun eğdi ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!
İRTİCA HABERİ
1 Nisan 1325, Köprülü
Akşam taliminden sonra gülüşerek aşağıya indik. Hava biraz rüzgârlı idi. Ben arkadaşları sattım. Selanikli Akil’i buldum. Bu, kırmızı saçlı, çalışkan, faal bir çocuk. Üç gündür kendisini tanıyorum. Gazetesinin işi için buraya gelmiş. Görüştük. Fakat bu akşam vapurdumanı gözlüğü altında parlak ve faal gözleri sanki biraz gölgelenmiş, daha ziyade koyulaşmıştı. Üç gündür ne güzel hasbihâller ettik. Tam benim fikrimde! Bu akşam yine konuşmak için onu tenha bir yere çekmek istedim.
“İstasyona gidelim.” dedim, “Hava fena değil.”
Kabul etti. Koluna girdim. Sarı boyalı yeni otelin dairevi ve fakir burnundan inerek soldaki bozuk kaldırımlı, dik ve kısa yokuşa saptık.
Dönerken, “Haberin yok mu?” dedi.
Hayret ettim, “Neden?”
“Yirmi dört saattir İstanbul’la muhabere münkatı.”
“Acayip!”
Ve düşündüm. Tam Vardar’ın kenarına çıkan dar yolun üstündeki şimendifer köprüsünün önünde süvari mülazımı Emin Bey’e rast geldik. Yanında eşraftan iki üç kişi, bir de Bulgar vardı. Selamlaştık. Emin Bey gülerek, “Siz de Ahrar’dan mısınız?” dedi. Ben ve Akil “Evet, evet…” diye gülüştük ve geçtik. Vardar’ın çamurlu, yıkık sahilini takip ederken maktul Serbesti muharririnden, alçak Murat Bey’in deni taassubundan bahsediyorduk. Demir yolunun etrafında bihaber çocuklar oyunlarını bırakıyorlar, “Bu yabancı kimdir?” der gibi Akil’e bakıyorlardı. Müphem bir sıkıntı hissediyordum. Laf olsun diye ona çocukları gösterdim.
“Saçlarına bakıyorlar!” dedim. O katiyen kırmızılık kabul etmiyor, saçlarının gayet sarı, gazetesindeki müstearı gibi “asfar” olduğunu iddia ediyordu. Ben bilakis kırmızı olduğunu ve onun için dikkati calip olduğunu hatta bütün Köprülü’de bir eşi bulunmadığını söylüyordum. Nehrin demir yoluyla ayrıldığı yerdeki mezarlığın içine girdik. Tarladan dönmüş birkaç rençber orada oturuyorlardı. Onlar da sanki yine