Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав Флобер
biri giderse dördü gelir! Erdemli kadınları, başka kadınlarla düşüp kalkarak unutursun. Seni kadınlarla tanıştırayım, ister misin? Alhambra’ya bir gidivermek yeter.”
Yakın zamanlarda Champs-Elysees’nin üst başında açılıp bu türlü kurumlar için yersiz sayılacak bir lüks yüzünden, daha ikinci mevsimde iflas eden, herkesin dans edip eğlendiği bir yerdi burası.
“İyi eğlenilen bir yer galiba. Haydi gidelim! İstersen dostlarını da al; hatta Regimbart’ın gelmesine bile razıyım!”
Frédéric Vatandaş’ı çağırmadı. Deslauriers’nin Senecal’i yoktu. Yalnız Hussonnet ile Cisy’yi, bir de Dussardier’yi götürdüler. Bindikleri araba beşini de Alhambra’nın önünde indirdi.
Sağda solda birbirine muvazi İspanya-Arap mimarisinde iki galeri uzanıyordu. Karşıda, dipte bir evin duvarı vardı. Dördüncü duvarı (lokantanın duvarı) ise renkli camdan pencereleri olan Gotik tarzındaki bir manastır duvarını andırıyordu. Çin işi bir çatı, çalgıcıların çaldıkları kerevetin üstünü örtmüştü; yer asfalttı, direklere asılmış kâğıt fenerler dans edenlerin üstüne uzaktan renkli bir ışık saçıyordu. Ötede beride görülen bir heykel kaidesi üstündeki taş yalaktan ince bir su fışkırıyordu. Ağaç yaprakları arasında boyası yapış yapış, alçıdan Hebe ya da Cupidon heykelleri görülüyordu. Sarı kum döşenip iyice düzletilmiş birçok ağaçlıklı yollar bahçeyi olduğundan daha büyük gösteriyordu.
Birkaç üniversite öğrencisi metreslerini gezdiriyor, tuhafiye mağazası tezgâhtarları parmakları arasındaki bastonla çalım satıyorlardı; kolej öğrencileri regalia sigaraları içiyor, birtakım ihtiyar bekârlarsa boyalı sakallarını tarakla sıvazlıyorlardı. İngilizler, Ruslar, Güney Amerikalılar, fesli üç Doğulu vardı. Aşüfte kadınlar, yosma işçi kızları, orospular, bir koruyucu, bir âşık bulmak, birkaç altın koparmak sevdasıyla veya sırf dans etmek hevesiyle buraya gelmişlerdi. Altında su yeşili, mavi, çilek kurusu veya mor kombinezon bulunan elbiseleri, abanoz ağaçlarının ve leylakların arasından geçiyor, sallanıyordu. Hemen bütün erkeklerin ceketleri kareli kumaştandı, akşam serin olduğu hâlde birkaçının pantolonu beyazdı. Hava gazı fenerleri yakılmıştı.
Moda gazeteleriyle ve küçük tiyatrolarla münasebeti olan Hussonnet, kadınların çoğunu tanıyordu. Bunlara parmaklarının ucu ile öpücükler gönderiyor, konuşmak için ara sıra arkadaşlarından ayrılıyordu.
Deslauriers bu hâlleri kıskandı. Devetüyü renginde pamuklu elbise giymiş, iri yarı, sarışın bir kadının yanına arsız arsız sokuldu. Kadın onu asık suratla süzdükten sonra, “Yok, aslanım! Seni gözüm kesmedi!” dedi, arkasını döndü.
Sonra şişman bir esmere yanaştı; kadın herhâlde delinin biri olacak ki Deslauriers’nin ağzından laf çıkar çıkmaz, sıçradı, “Söz söylemeye devam edersen, belediye çavuşlarını çağırırım!” diye korkuttu. Kâtip gülmeye çalıştı. Sonra bir hava gazı fenerinin altında tek başına oturmuş ufak tefek bir kadın görerek gidip dansa kaldırdı.
Kerevetin üstüne maymun gibi tüneyen çalgıcılar, çalgılarını kuvvetli kuvvetli cızırdatıyor, üfürüyorlardı. Ayakta olan orkestra şefi, kurulu bir makine gibi tempo tutuyordu. Salonda herkes üst üste idi, eğleniyordu. Şapkaların çözülmüş kordonları kravatlara sürtünüyor, kunduralar eteklerin altına dalıyordu. Hepsi ahenkle sıçrıyordu. Deslauriers ufak tefek kadını kucağında sıkıyor, kendini dansın coşkunluğuna kaptırmış, dans edenlerin ortasında kocaman bir kukla gibi tepiniyordu. Cisy ile Dussardier gezintilerine devam ediyorlardı; genç aristokrat orospulara yan gözle bakıyor, tezgâhtarın teşviklerine rağmen bu türlü kadınların evlerinde hep “elindeki tabanca ile dolaba saklanmış, her an dışarı çıkıp size bir senet imzalattıracak bir erkek bulunduğunu” düşünerek bunlarla konuşmaya bir türlü cesaret edemiyordu.
Frédéric’in yanına döndüler. Deslauriers artık dans etmiyordu, hepsi de bu geceyi nasıl sona erdireceklerini birbirlerine sordukları bir sırada Hussonnet, “Bakın, bakın! Markiz d’Amaegui!” diye bağırdı.
Çekik burunlu, solgun yüzlü bir kadındı bu. Dirseklerine kadar parmaksız, uzun eldivenler giymiş; yanakları üstünde iki köpek kulağı gibi sarkan kocaman, kara küpeler takmıştı. Hussonnet ona, “Senin evde küçük bir eğlence, Doğu işi bir cümbüş tertip etsek!” dedi. “Bu Fransız şövalyeleri için kadın dostlarından birkaçını da çağırsan! Ne o, sıkıntılı bir hâlin var? Beyzadeni mi bekliyorsun yoksa?”
Endülüslü kadın başını önüne eğmişti; dostunun pek lüks olmayan alışkanlıklarını bildiği için kendini soğuk içkilerden etmek istemiyor, korkuyordu. Nihayet para lafını edince Cisy kesesindeki beş Napolyon lirasının hepsini teklif etti, iş kararlaştı. Ama Frédéric bunda yoktu.
Arnoux’nun sesi kulağına çalınır gibi olmuştu. Bir kadın şapkası gözüne ilişmiş, çabucak yandaki ağaç kümesinin içine dalıvermişti.
Matmazel Vatnaz, Arnoux ile beraberdi.
“Affedersiniz! Sizi rahatsız etmiyorum ya?”
“Katiyen!” diye tacir karşılık verdi.
Konuşmalarındaki son sözlerden, Frédéric, tacirin Matmazel Vatnaz’la acele bir iş konuşmak için Alhambra’ya koşup geldiğini anlamıştı. Arnoux’nun herhâlde içi iyice rahatlamamış olacak ki, “Gayet emin misiniz?” diye sormuştu.
“Gayet eminim! Sizi seviyorlar! Aman, ne adam!” demişti kadın.
Matmazel Vatnaz, kıpkırmızı olduğu için kanlı denecek kadar kalın olan dudaklarını büzüp öne doğru uzatmıştı. Ama zekâ, aşk, şehvet taşan, bebeklerinde altın benekler bulunan, vahşi, hayran olunacak gözleri vardı. Bu gözler zayıf, biraz da sarı olan yüzünü birer lamba gibi aydınlatıyordu. Arnoux onun acı sözler söyleyerek reddetmesinden hoşlanıyor gibiydi. Matmazel Vatnaz’a doğru eğilip “Pek naziksiniz, beni öpün!” dedi.
O da kulaklarını tutup alnından öptü.
Bu sırada dans durdu. Orkestra şefinin yerinde çok semiz, yüzü mum gibi beyaz, yakışıklı bir delikanlı göründü. Kara, uzun saçlarına İsa’nın saçlarının biçimini vermişti; sırmadan hurma dallı, gök mavisi kadife bir yelek vardı sırtında; tavus gibi kabaran, hindi gibi budala bir hâli vardı. Dinleyenleri selamlayıp şarkıya başladı. Başkente yaptığı yolculuğu kendi ağzından anlatan bir köylüydü bu. Şarkıcı Aşağı Norman ağzı ile konuşuyor, sarhoş adam taklidi yapıyordu.
“Ah! Bi güldüm, bi güldüm ki / O hergele Paris’inde!” nakaratı gelince herkes coşup tepinmeye başlamıştı. “Şarkıyı manalı söyleyen” Delmas bu coşkunluğun arasını soğutmayacak kadar kurnazdı. Hemen eline bir gitara tutuşturdular. Arnavut Kızının Erkek Kardeşi adlı bir romans yırladı.
Şarkının sözleri Frédéric’e geminin davlumbazları arasındaki üstü başı partal adamın söylediği şarkının sözlerini hatırlattı. Gözleri, kendi de farkında olmadan, önünde yayılmış olan elbisenin eteğine takılmıştı. Şarkının her parçasından sonra uzun bir duruş vardı, dallarda esen rüzgârın sesi de dalgaların gürültüsünü andırıyordu.
Orkestra yerini görmesini engelleyen kurtbağrı ağacının dallarını eliyle yana çeken Matmazel Vatnaz burun delikleri daha açılmış, kirpikleri aralanmış, derin bir haz duyarak kendisinden geçmiş bir hâlde gözlerini dikmiş, şarkıcıyı seyrediyordu.
“Çok güzel!” dedi Arnoux. “Bu akşam niçin Alhambra’ya geldiğinizi şimdi anlıyorum! Delmas’dan hoşlanıyorsunuz, sevgilim!”
Kadın hiçbir şey söylemek istemedi.
“Aman!