Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав Флобер
“Madam Arnoux’ya haber vermeliyim.” Bir hafta hep övücü, uzun mektuplar, az söyleyip çok şey anlatan, yüce üslupla yazılmış pusulalar kaleme almayı düşünmüştü. Durumunu itiraf etmek korkusu kendisini yazmaktan alıkoymuştu. Sonra kocasına yazmanın daha doğru olacağını düşündü. Arnoux hayatın ne olduğunu bilirdi, kendisini anlayacaktı. Nihayet on beş gün süren kararsızlıklardan sonra “Adam sen de! Yüzlerini görmeyiveririm, onlar da beni unutup giderler. Böylelikle, onun gözünde küçülmemiş olurum hiç olmazsa. Beni ölmüş sanır, acır, belki de…” dedi.
Pek aşırı verilmiş kararlar kendisine pek bir şey kaybettirmediği için bir daha Paris’e dönmemeye, hatta Madam Arnoux’nun ne hâlde olduğunu hiç sorup öğrenmemeye ahdetti.
Yine de öyleyken Paris’in, gaz kokusundan omnibüslerinin gürültüsüne kadar, her şeyini özlüyordu. Kendisine söylenen bütün sözlerde onun sesinin çınlamasını, gözlerinin parıltısını arıyordu. Kendine ölmüş bir adam gözü ile baktığı için artık hiç mi hiç bir şey yapmıyordu.
Sabahları çok geç kalkar, pencereden gelip geçen koşulu arabalara bakardı. Hele ilk altı ay son derece kötü geçti.
Bununla beraber, bazı günler kendine kızdığı olurdu. O zaman sokağa çıkardı. Kışın taşan Seine Nehri’nin sularıyla yarı yarıya kaplı çayırlara giderdi. Bu çayırları kavak ağaçları birbirinden ayırır. Ötede beride küçük bir köprü yükselir. Sararmış yaprakları çiğneyerek, sisi ciğerlerine çekerek, hendeklerden atlayarak akşama kadar başıboş dolaşırdı. Damarları daha kuvvetli attıkça çılgınca işler yapmak arzusuna kapılırdı; Kuzey Amerika’da tuzak avcısı olmak, Doğu’da bir paşanın hizmetine girmek, bir gemiye tayfa olarak girmek ister, içinin kara sevdasını Deslauriers’ye yazdığı uzun mektuplara dökerdi.
Deslauriers sivrilmek için çırpınıp duruyordu. Dostunun korkak davranışı, bıktırıcı sızlanmaları kendisine saçma gibi geliyordu. Çok geçmeden, âdeta mektuplaşmaz oldular. Frédéric bütün eşyalarını, kendi tuttuğu yerde oturan Deslauriers’ye bırakmıştı. Annesinin ara sıra onun lafını ettiği olurdu; nihayet bir gün eşyasını dostuna hediye ettiğini söyleyip annesi de kendisini azarladığı sırada Frédéric bir mektup aldı.
“Ne o kuzum, titriyorsun?” dedi annesi.
Frédéric “Hiçbir şeyim yok!” diye karşılık verdi.
Deslauriers, Senecal’i yanına aldığını bildiriyordu. On beş günden beri beraber oturuyorlarmış. Demek Senecal, şimdi, Arnoux’nun dükkânından gelen şeylerin ortasına yayılıp uzanmıştı! Bunları satabilir, bunlar üstünde fikir yürütebilir, şakalar edebilirdi! Frédéric kalbinin en derin yerinden yaralandığını duydu. Odasına çıktı, ölmek istiyordu.
Annesi çağırdı. Bahçeye dikilecek bir şey için fikrini soracaktı.
İngiliz parkı biçimindeki bu bahçe hereklerden yapılmış bir çitle ortadan ikiye bölünmüştü; yarısı, nehrin kıyısında bir sebze bahçesi olan Roque Baba’nındı. Araları açılan iki komşu, aynı saatlerde bahçede görünmekten çekinirlerdi. Ama Frédéric geleli beri, adamcağız bahçede sık sık dolaşıyor, Madam Moreau’nun oğlundan nezaketi esirgemiyordu. Onun küçük bir şehirde oturmasından sızlanmıştı. Bir gün, Bay Dambreuse’ün kendisini sorduğunu anlattı. Bir başka sefer, göbeği heybetli kılan Champagne’nın âdetlerinden dem vurdu.
“O zamanlarda gelseydiniz, annenize Fouvens dediklerine göre, siz de bir senyör olurdunuz. Kim ne derse desin adın büyük bir önemi vardır!”
Delikanlının yüzüne kurnaz bir eda ile bakarak “Hem sonra bu iş adalet bakanının elinde.” dedi.
Bu aristokratlık taslama Roque Baba’nın her hâlinden belliydi. Ufak tefek bir adam olduğundan kendisine büyük gelen kahverengi redingotu gövdesini uzun gösteriyordu. Kasketini çıkarınca son derece sivri burunlu âdeta bir kadın yüzü karşınıza çıkardı; sarı saçları perukayı andırırdı; kibar kimseleri yerlere eğilip duvarlara sürtünerek selamlardı.
Elli yaşına kadar, kendisiyle yaşıt, çiçek bozuğu, Lorraine’li bir kadın olan Catherine’in hizmetleriyle yetindi. Ama 1834 yılına doğru Paris’ten, koyun yüzlü, “kraliçe edalı”, güzel bir sarışın getirdi. Çok geçmeden kadının kulaklarında kocaman küpelerle salındığı görüldü ve küçük bir kız doğunca her şey anlaşıldı; kıza Elisabeth-Olympe Louise Roque adını koydular.
Catherine’in, kıskanıp bu çocuktan nefret etmesi beklenirken aksine, kızı sevdi. Annesinin yerini almak, ondan nefret ettirmek için, ona gözü gibi baktı, okşadı; çünkü satıcılarla çene çalmasını seven Madam Eleonore küçüğü tamamıyla yüzüstü bırakmıştı. Evlendiğinin hemen ertesi günü kaymakamlığı ziyaret etti, artık hizmetçi kadınlarla senli benli görüşmeyi kesti, kibarlığın bir neticesi olarak çocuğuna karşı sert davranması gerektiği zannına kapılmıştı. Kızının derslerinde bulunur, belediye dairesinde eskiden memurluk etmiş ihtiyar öğretmen ne yapacağını bilemezdi, öğrenci isyan edince tokadı yer ve çocuk gidip hep kendisini haklı bulan Catherine’in dizlerinde ağlardı. O zaman, iki kadın kavga eder, Bay Roque da bunları sustururdu. Kızını sevdiği için evlenmişti, çocuğa işkence edilmesini istemiyordu.
Çoğu zaman, Louise parça parça beyaz bir elbise ile dantelalarla süslü bir pantolon giyerdi; büyük bayramlarda da gayrimeşru evlat olduğundan ötürü, küçük oğlan çocuklarının kendisiyle arkadaşlık etmesini yasak eden burjuvaları rahatsız etmek için bir prenses gibi giyinip sokağa çıkardı.
Bahçesinde kendi başına yaşar, salıncağında sallanır, kelebeklerin peşinden koşar, sonra birden durup gül dallarına konan yaldız yeşili kanatlı böcekleri seyre dalardı. Herhâlde bu alışkanlıklarından olacak, yüzünün hem cesur hem de hülyalı bir ifadesi vardı. Ayrıca endamı Matmazel Marthe’ın endamını o kadar andırıyordu ki daha ikinci görüşmelerinde Frédéric ona “Matmazel, sizi öpeyim ister misiniz?” dedi.
Küçük kız başını kaldırıp “İsterim elbet!” diye karşılık verdi.
Ama aralarında hereklerden çit vardı.
“Üstüne çıkmak lazım.” dedi Frédéric.
“Sen çıkma, beni kaldır!”
Frédéric çitin üstünden eğildi, kızı kollarından tutup yanaklarından öptü, sonra yine yere bıraktı. Sonraları aynı şey birçok defalar tekrarlandı.
Louise dostunun geldiğini duyar duymaz, dört yaşında bir çocuk gibi hiç çekinmeden, ona doğru koşar veya bir ağacın arkasına saklanır, korkutmak için köpek yavrusu gibi havlardı.
Madam Moreau’nun sokağa çıktığı bir gün, Frédéric kızı yatak odasına çıkardı. Louise bütün koku şişelerini açmış, saçlarını pomada bulamış, sonra hiç çekinmeden gidip yatağa yatmış, boylu boyunca uzanıp uyanık durmuştu. “Senin karın olduğumu düşünüyorum şimdi.” demişti.
Ertesi gün, Frédéric onu gözleri yaşlı gördü. Kız “günahlarına ağladığını” itiraf etti. Frédéric bu günahların neler olduğunu öğrenmeye çalışınca o gözlerini önüne eğip “Fazla sorma!” diye karşılık verdi.
İlk Hristiyanlığa girme töreni yaklaşmıştı; bir sabah Louise’i günah çıkarmaya götürmüşlerdi.
Kutsallama töreni onu hiç uslandırmadı. Bazen son derece öfkelenir, yatıştırmak için Bay Frédéric’i çağırırlardı.
Frédéric gezmeye giderken Louise’i de sık sık alıp götürürdü. Karışık hayallere dalmış yürürken kız buğday tarlalarının