Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав Флобер
götürsün. Zengin evlerine sık sık girip çıkmanın insana çok faydası olur. Siyah elbiselerin, beyaz eldivenlerin bir işe yarasın bari! Bu âlemin içine girmelisin. İleride beni de götürürsün. Düşünsene bir kere, milyonları olan bir adam! Ne yap yap gözüne gir, kendini karısına beğendir! Âşığı ol!”
Frédéric feryadı basmıştı.
“Ne o, yeni bir şey söylemiyorum ki! Hep bilinen şeyler. Come-die Humaine’deki Rastignac’ı hatırlasana. Ben başarı kazanacağına eminim!”
Frédéric’in Deslauriers’ye o kadar güveni vardı ki kendini sarsılmış hisseti, Madam Arnoux’yu unutarak veya öteki kadın için savrulan kerametin içine onu da katarak gülümsemekten kendini alamadı.
Kâtip devam etti:
“Sana son öğüdüm: İmtihanlarını bitir! İnsanın adı sanı olmak her zaman için iyi bir şeydir. Felsefelerde XII. yüzyılı aşamamış Katolik ve şeytan şairlerini de artık silk at. Umutsuzluğun budalalıktan başka bir şey değil. Büyük insanların çoğu başlangıçta çok güçlüklerle karşılaşmışlardır; mesela Mirabeau’yu gözünün önüne getir. Zaten ayrılığımız pek uzun sürmeyecek. Hileci babamdan dişlerini sökerek hakkımı alacağım. Haydi, artık ben gideyim, Allah’a ısmarladık! Yüz meteliğin varsa ver de yemek borcumu ödeyeyim!”
Frédéric sabahleyin Isidore’dan aldığı paradan kalan on frangın hepsini çıkarıp verdi.
Bu sırada, köprüden yirmi kulaç ötede, nehrin sol kıyısındaki alçak bir evin penceresinde ışık parlıyordu.
Deslauriers bu ışığı gördü. O zaman, şapkasını çıkararak tumturaklı bir eda ile “Göklerin kraliçesi Venüs, kulun olayım!” dedi. “Ama parasızlık bilgeliğin anasıdır, derler. Bunun için bize edilmedik iftira kalmadı, sen bize merhamet et!”
Birlikte yaşadıkları bir maceraya edilen bu ima ikisini de neşelendirdi. Sokaklarda kahkaha ile gülmüşlerdi.
Deslauriers, hana uğrayıp borcunu ödedikten sonra Frédéric’i Hotel-Dieu’nun oradaki dört yol ağzına kadar geçirdi, iki dost burada uzun uzun kucaklaştıktan sonra birbirinden ayrıldılar.
III
İki ay sonra bir sabah Frédéric, Coq-Heron Sokağı’nda karaya ayak basınca aklından ilk geçen şey, yapacağı büyük ziyaret oldu.
Tesadüf de kendisine yardım etmişti. Roque Baba ona bir tomar kâğıt getirip vermiş, bunları Bay Dambreuse’ün evine giderek kendi eliyle teslim etmesini rica etmişti. Bir de pusula vermişti, bunda hemşehrisini tanıtıyordu.
Madam Moreau bu hareket karşısında şaşırmış göründü, Frédéric de duyduğu sevinci gizledi.
Bay Dambreuse’ün asıl adı Kont d’Ambreuse’dü, ama 1825’ten sonra kişizadeliğini ve partisini yavaş yavaş bırakarak sanayiye dönmüştü; bir Yunanlı gibi kurnaz, bir Auvergne’li gibi çalışkan olduğundan bütün devlet dairelerinde olup bitenden haberi olan, her işe el atan, hiçbir fırsatı kaçırmayan bu adam, söylendiğine göre, büyük bir servet sahibi olmuştu. Fazla olarak, Légion d’honneur nişanının officier’siydi, Aube şehri genel meclisi üyesi, milletvekiliydi, pek yakında âyan üyesi olacaktı. Ayrıca hatır sayan, nazik bir insan olduğu için, bakanı durmadan yardım, nişan, tütün dükkânı açmak müsaadeleri isteyerek yorardı. İktidara küsünce de merkez sola doğru kayardı. Moda gazetelerinde adı geçen karısı dilber Madam Dambreuse iyilikseverlik işleri toplantılarına başkanlık ederdi. Düşeslerin yüzlerine gülmek suretiyle, kibar mahalle insanlarının kırgınlıklarını yatıştırır, Bay Dambreuse’ün pişman olup yine hizmette bulunacağına herkesi inandırırdı.
Delikanlı onların evine giderken heyecanlıydı.
“Keşke frakımı giyseydim, ne iyi olurdu. Herhâlde gelecek hafta verilecek baloya beni de davet edeceklerdir. Bana ne diyecekler acaba?”
Bay Dambreuse’ün bir burjuvadan başka bir şey olmadığını düşününce kendine cesaret geldi, Anjou Sokağı’nın kaldırımlarında neşe ile arabadan atladı.
Araba kapısının iki kanadını itip avluyu geçti, taşlığın merdivenlerinden çıktı, duvarları renkli mermerlerle kaplı bir koridora daldı.
Bakır çubukla tutturulmuş, kırmızı halılar döşeli, iki taraflı dik merdiven parlak stuktan yapılma yüksek duvarlara dayanmıştı. Merdivenin alt başındaki bir muz ağacının geniş yaprakları tırabzanın kaidesi üstüne sarkmıştı. Bronzdan, kollu iki şamdan zincirle asılmış porselen iki fanusu tutuyordu. Kaloriferlerin açık kanatlarından ağır bir hava geliyor, koridorun öbür başında duvarda asılı bir levha üzerine dizilmiş silah koleksiyonunun altında duran çalar saatin tik taklarından başka bir ses işitilmiyordu.
Bir zil çaldı, bir uşak göründü, Frédéric’i küçük bir odaya aldı. Burada demir kasalar, içleri dosya dolu dolaplar vardı. Ortadaki yuvarlak masanın başında Bay Dambreuse oturmuş, yazı yazıyordu.
Roque Baba’nın mektubuna bir göz gezdirdi, çakısıyla tomarın bezini kesip açtı, kâğıtları inceledi.
İnce bir endamı olduğundan, uzaktan bakınca hâlâ genç gibi görünüyordu. Ama seyrek beyaz saçları, zayıf kolları, en çok da yüzünün olağanüstü solgunluğu epey çökmüş olduğunu gösteriyordu. Takma gözlerden daha soğuk olan deniz mavisi gözlerinde acımak bilmez bir enerji ifadesi vardı. Elmacık kemikleri çıkıktı, elinin parmakları boğum boğumdu.
Sonunda, kalkıp delikanlıya tanıdığı bazı kimseler, Nogent ve dersleri üstüne birtakım sorular sordu, sonra eğilip “Peki.” diyerek savdı. Frédéric başka bir koridordan çıktı, kendini avlunun alt başında, arabalıkların yanında buldu.
Yağız bir at koşulu mavi bir kupa arabası taşlığın önünde duruyordu. Arabanın kapısı açıldı, bir hanım bindi, araba boğuk bir sesle kumların üstünde gitmeye başladı.
Frédéric, öbür taraftan, tam araba çıkacağı sırada kapının altına vardı. Geçecek kadar geniş yer olmadığından beklemek zorunda kaldı. Araba kapısının penceresinden başını uzatmış olan genç kadın, kapıcıya alçak sesle bir şeyler söylüyordu. Delikanlı, kadının ancak pelerinle örtülü olan sırtını görüyordu. Bununla beraber, içi mavi kumaşla kaplı, sırmalı ve ipek saçaklı arabaya uzanıp bakmıştı. Hanımın elbiseleri arabanın içini doldurmuştu; bu kumaş kaplamalı küçük kutudan etrafa bir susam çiçeği kokusu, kadın zarifliklerinin belirsiz nefesi gibi bir şey saçılıyordu. Arabacı dizginleri bıraktı, at birden kapının kıyısına sürtünüp araba gözden kayboldu.
Frédéric, bulvarlardan yürüyerek yaya döndü.
Madam Dambreuse’ün yüzünü göremeyişine üzülmüştü.
Montmartre Caddesi’nin biraz yukarı tarafında kalabalık bir araba gürültüsü duyunca başını çevirdi; öbür tarafta, karşıdaki mermer bir plakanın üstünde JACQUES ARNOUX adını okudu.
Niye bu kadın daha önce aklına gelmemişti? Kabahat Deslauriers’deydi. Dükkâna doğru yürüdü; ama içeri girmedi, onun çıkmasını bekledi.
Parlak, kalın camlardan içerideki ustaca sıralanmış heykeller, desenler, gravürler, kataloglar, Art Industriel dergisinin bazı sayıları görülüyordu; derginin abone fiyatları kapıya da yazılmıştı, ortasını çıkaranın adının baş harfleri süslüyordu. Duvarlarda cilası pırıl pırıl parlayan tablolar, sonra dipte içleri porselen, bronz, dikkat çekici, cazip şeylerle dolu iki dolap görülüyordu. Üst başta keten bir kapı perdesiyle kapalı bir merdiven iki dolabı birbirinden ayırıyordu. Saksonya işi eski bir avize, tabana serilmiş