Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав Флобер
altına büyük bir defter sıkıştırarak yeni yılın ilk derslerini dinlemeye gitti. Üç yüz genç tarafından doldurulan bir amfiteatrda kırmızı elbiseler giymiş bir ihtiyar biteviye sesiyle ders veriyor, kalemler kâğıtlar üstünde cızırdıyordu. Bu salonda sınıfların yine o tozlu kokusunu, aynı biçimdeki öğretmen kürsüsünü, aynı sıkıntıyı bulmuştu! On beş gün, bu amfiteatra gitti, geldi. Daha üçüncü maddesine gelmeden, Medeni Kanun’a boş verdi, Roma Hukuku’nu yüzüstü bıraktı.
Umduğu sevinçleri bulamamıştı; bir okuma odasında okuyup yorulunca Louvre’un koleksiyonlarını görmeye gidiyordu; bir gördüğü piyesi bir daha görmeye gittiğinden sonu gelmez bir avareliğe sürüklendi.
Binlerce yeni şey, derdine dert katıyordu. Çamaşırını düşünmek, sabahları ağzı içki kokarak ve söylenerek odasını yapmaya gelen hasta bakıcı kılıklı kaba saba kapıcının derdini çekmek gerekiyordu. Alçıdan bir saatle süslü olan dairesini hiç beğenmiyordu. Bölmeler ince olduğundan punç yapıp gülen, şarkı söyleyen öğrencilerin seslerini duyuyordu.
Yalnızlıktan bıkıp usanınca Baptiste Martinon adındaki eski bir arkadaşını aramaya çıktı, Saint-Jacques Sokağı’ndaki bir pansiyonda, taş kömürü yanan bir ocağın başında onu harıl harıl muhakeme usullerine çalışır buldu.
Karşısında oturan, alaca basmadan elbise giymiş bir kadın çorap yamıyordu.
Martinon çok yakışıklı erkek denen soydandı: İri yarı, tombul yanaklı, düzgün yüzlüydü; mavimsi gözleri vardı. Büyük bir rençper olan babası oğlunun yargıç olmasını istemişti; o da şimdiden ağırbaşlı görünmek hevesiyle çember sakal bırakmıştı.
Frédéric’in dertlerinin hiç akla yakın bir sebebi olmadığından, bunda bir bahtsızlık görmediğinden Martinon onun yaşayışı üstüne olan sızlanmalarından hiçbir şey anlamadı. Kendisi her sabah okula gider, sonra Lüksemburg Bahçesi’nde gezer, akşamları yarım fincan kahvesini içer, yıllık bin beş yüz frank harçlığı ve o işçi kızının aşkı ile tamamıyla mutlu bir ömür sürerdi.
Frédéric, Ama ne de mutlu ya! diye içinden geçirdi.
Okulda, büyük bir ailenin çocuğu olan ve hareketlerindeki zarifliği ile bir genç kızı andıran Bay de Cisy diye biriyle tanışmıştı.
Bay de Cisy desen yapar, Gotik tarzını severdi. Birçok defalar Sainte-Chapelle’le Notre-Dame’ı hayranlıkla seyretmeye gittiler. Ama genç kişizadenin, nezaketi ve zarifliği altında gizlenen cılız bir zekâsı vardı. Her gördüğü şey karşısında şaşkına dönüyor, en küçük şakaya kahkahalarla gülüyor ve öyle büyük bir saflık gösteriyordu ki Frédéric önce onu zevzeğin biri sandı, sonunda da ahmağın biri olduğunu anladı.
Demek ki kimseye kalbini açamayacaktı; onun için hep Dambreuse’lerden davet bekledi.
Yılbaşında yeni yıllarını kutlayan kartlar gönderdi, ama onlardan hiçbir kart gelmedi.
Art Industriel’e bir daha gitti.
Üçüncü gidişinde Arnoux’yu beş altı kişi ile tartışır buldu, selamına yarım yamalak karşılık verilmesi Frédéric’e pek dokundu. Yine de Madam Arnoux’yu elde etmenin çarelerini düşünmeye başladı.
Önce tablo satın almak bahanesiyle sık sık dükkâna uğramayı aklına koydu. Sonra derginin mektup kutusuna “pek zorlu” birkaç makale atmayı düşündü, böylelikle münasebet kurulmuş olacaktı. Yoksa doğrudan doğruya amaca koşup ilanıaşk etmek mi daha iyi idi? O zaman oturup lirik coşkunluklarla ve hitaplarla dolu on iki sayfalık bir mektup kaleme aldı, ama yırttı; başarısızlığa uğramaktan korkup uyuşunca hiçbir teşebbüse girişmedi, hiçbir şey yapmadı.
Arnoux’nun dükkânının üstünde, birinci katta, her akşam aydınlanan üç pencere vardı. Bu pencerelerin ardında birtakım gölgeler, en çok da bir gölge, o kadının gölgesi dolaşırdı. Frédéric bu pencerelere bakmak, bu gölgeyi seyretmek için hiç üşenmez, ta uzaklardan kalkıp gelirdi.
Bir gün Tuileries’de küçük bir kızı elinden tutmuş zenci bir kadınla karşılaşınca Madam Arnoux’nun zenci hizmetçisini hatırladı. O da başka kadınlar gibi buraya gelmiş olacaktı. Tuileries’den her geçişinde Frédéric’in bu kadına rastlamak umudu ile kalbi çarpardı. Güneşli havalardaki gezintilerinde Champs-Elysees’nin nihayetine kadar uzanırdı.
Arabaların içine rehavetle kurulmuş, örtüleri rüzgârda dalgalanan kadınlar, atların sert yürüyüşü ile cilalı derileri çıtırdatan hafif bir sallantı ile önünden geçerlerdi. Gittikçe artan araba kalabalığı Rond-Point’dan sonra yavaşlar, bütün yolu kaplardı. Atların yeleleri, arabaların fenerleri birbirine değerdi; çelik üzengiler, gümüş kantarma zincirleri, bakır tokalar, kısa külot pantolonlar, beyaz eldivenler, araba kapılarındaki armaların üstüne dökülen kürkler arasında öteye beriye küçük küçük ışıklar saçardı. Frédéric uzak bir âlemde kaybolmuş gibi hissederdi kendini. Gözleri kadın başları üstünde dolaşır, en küçük benzerlikler bile ona Madam Arnoux’yu hatırlatırdı. Bu kadını, başka kadınlar arasında, Madam Dambreuse’ün kupa arabası gibi bir arabada gözlerinin önüne getirirdi. Ama güneş batmıştır, soğuk rüzgâr ortalığı toza dumana katmıştır. Arabacılar çenelerini kravatlarının içine sokarlar, tekerlekler daha hızlı dönmeye başlar, kaldırımlar zangırdardı; bütün arabalar, birbirine sürünerek, birbirini geçerek, birbirinden ayrılarak geniş caddeden dörtnala koşarak akarlar, sonra Concorde Meydanı’nda dağılırlardı. Tuileries’nin arkalarında gök arduvazların rengine bürünür, bahçenin ağaçları tepeleri morarmış kocaman yığınlar hâline gelirdi. Sokak fenerleri yanar, bütün enginliğince yeşilimsi Seine Nehri köprülerin ayaklarında gümüş harelere ayrılırdı.
La Harpe Sokağı’ndaki bir lokantaya gidip kırk üç meteliğe akşam yemeğini yiyecekti.
Akajudan eski tezgâha, lekeli peçetelere, kirli, pis gümüş takımlara, duvara asılmış şapkalara iyi bir gözle bakmazdı. Masalarda oturanlar hep kendisi gibi öğrenciydi. Profesörlerinin, metreslerinin sözünü ederlerdi. Profesörler pek umurundaydı ya! Sanki metresi var mıydı? Bu öğrencilerin neşeli havasından uzak kalmak için lokantaya mümkün olduğu kadar geç gelirdi. Masaların üstü yemek artıklarıyla doluydu. Yorgun düşmüş olan iki garson birer köşeye çekilmiş, uyuklamaktaydı. Tenha salonu mutfak, lamba isi ve tütün kokuları doldurmuştur.
Sonra, sokaklarda ağır ağır yürürdü. Fenerler sallanır, solgun, uzun ışıklar çamurlarda titreşir, yaya kaldırımlarının kıyısında şemsiyeli insan gölgeleri geçip gider. Kaldırımlara yıvış yıvış çiy yağmaktadır, nemli karanlıklar kendisini sarıp sarmalayarak durmadan kalbinin derinliklerine iner gibi gelir ona.
Bir vicdan azabı duydu. Yine derslere gitmeye başladı. Ama anlatılan konuları hiç bilmediğinden en basit şeyler karşısında apışıp kalıyordu.
Balıkçının Oğlu Sylvio adlı bir roman yazmaya başladı. Olay, Venedik’te geçiyordu. Romanın erkek kahramanı kendisi, kadın kahramanı da Madam Arnoux. Adı Antonia’ydı; bu kadını elde etmek için erkek birçok beyzadeleri öldürmüş, şehrin bir bölüğünü ateşe vermiş, kadının Montmartre Bulvarı’ndaki gibi kırmızı Şam kumaşından perdeleri hafif ve serin rüzgârda çırpınan balkonu altında şarkılar söylemişti. Aklına geleni yazdığının farkına varınca cesareti kırıldı, işi daha ileri götürmedi, bu sefer büsbütün avare oldu.
O zaman gelip kendisiyle oturması için Deslauriers’ye yalvardı.
Kendisinin yıllık iki bin frank geliriyle yaşamanın yolunu bulacaklardı; elverir ki bu bunaltıcı yaşayıştan kurtulsun. Deslauriers daha şimdilik Troyes’dan