Tanrı İnsanlar. Герберт Джордж Уэллс
bir kızdı. Durumuna bakılırsa sert bir şekilde duvara doğru fırlatılmış ve hemen oracıkta hayatını kaybetmişti. Yüzü hemen hemen hiç zarar görmemiş olsa da kafatasının arkası ezilmişti; kusursuz ağzı ve yeşilimsi ela gözleri hafifçe aralıktı; sanki zor ama ilginç bir problemi düşünüyormuş gibi bir yüz ifadesine sahipti. Ölmüş olduğuna dair en ufak bir belirti bile yoktu, daha çok umursamaz bir hâli vardı. Bir elinde cam saplı, bakırdan bir aleti tutuyordu. Diğer eli ise gevşekçe çimlerin üzerine uzanmıştı.
Birkaç saniye kimse konuşmadı. Sanki hepsi de kızın düşüncelerini bölmekten çekiniyor gibiydi.
Sonra Bay Barnstaple, rahip gibi görünen adamın, arkasında sessizce mırıldandığını duydu: “Ne kadar da kusursuz bir form.”
“Yanıldığımı kabul ediyorum.” dedi Bay Burleigh düşünceli bir sesle. “Yanılmışım… Bunlar dünyalı insanlar değiller. Bu açıkça belli. Ve dolayısıyla dünyada değiliz. Ne olduğunu hayal edemiyorum veya nerede olduğumuzu. Kesin deliller karşısında düşüncelerimden geri adım atmakta kararsızlık göstermedim hiçbir zaman. Şu anda içinde olduğumuz dünya bizim dünyamız değil. Çok daha…” Duraksadı. “Çok daha harika bir yer.”
“O hâlde Windsor’dakiler öğle yemeğini bizsiz yemek zorunda kalacaklar.” dedi Bay Catskill en ufak bir pişmanlık belirtisi göstermeden.
Rahip “Ama o zaman hangi dünyadayız ve buraya nasıl geldik?” diye araya girdi.
Bay Burleigh kibarca “Ah! Bu benim zavallı tahmin gücümün çok ötesinde bir soru.” diye cevapladı. “Burada, bazı yönleriyle tuhaf bir şekilde bizim dünyamıza benzeyen ve bazı yönleriyle de benzemeyen bir dünyadayız. Bir şekilde kendi dünyamızla bağlantılı olmalı; yoksa buraya gelemezdik; ancak ne şekilde bağlantılı olduğu, itiraf ediyorum ki benim için tam bir muamma. Belki de uzayın bir başka boyutundayız; ancak başım bu boyutları düşünmekle bile dönmeye başlıyor. Tamamen, tamamen hayretler içindeyim.”
Gözlüklü adam kendinden emin bir tonla “Einstein!” diye kısa ve öz bir şekilde araya girdi.
“Kesinlikle!” dedi Bay Burleigh. “Einstein bunu bize açıklayabilirdi. Yahut sevgili Haldane bunu yapabilirdi ve bir yandan da kendi Haldanist fikirleriyle aklımızı iyice bulandırabilirdi. Ama ben ne Haldane’im ne de Einstein. Tüm planlarımızın dışında -buna hafta sonu planlarımız da dâhil- buradayız; Hiçbir Yer’de! Veya eğer Yunancasını tercih ediyorsanız Ütopya’dayız. Ve buradan çıkmamız için açık bir yol göremediğim için, sanırım mantıklı varlıklar olarak yapabileceğimiz tek şey, elimizden gelen en iyi şekilde davranmak ve karşımıza çıkabilecek fırsatları değerlendirmektir. Kesinlikle çok güzel bir dünyadayız. Güzelliği şaşırtıcılığından çok daha fazla. Üstelik burada insanlar var, düşünebilen insanlar. Etrafımızdaki tüm bu yıkıntılardan anladığım kadarıyla bu dünyada deneysel kimya, gerçekten de acı bir sona varana kadar, hem de pastoral şartlar altında uygulanmış. Kimya ve çıplaklık… Söylemek zorundayım ki kendi kendilerini havaya uçurmuş gibi görünen bu iki insanı Yunan tanrıları veya çıplak vahşiler olarak görmek tamamen kişisel bir zevk meselesi. Yunan tanrısı ve tanrıçası fikrinin biraz daha ağır bastığını itiraf ediyorum.”
“Tabii yerde yatanların iki ölümlü oldukları gerçeğini saymazsak!” diye ciyakladı gözlüklü adam, sanki bir oyunda puan kazanmışçasına.
Bay Burleigh tam cevap vermek üzereyken -ki yüzündeki ifadeden cevabının oldukça sert olacağı belliydi- birden keskin bir şekilde haykırarak yeni gelenlerle tanışmak için arkasını döndü. Onları hepsi de aynı anda fark etmişti. İki kusursuz Apollo, yıkıntıların tepesinde durmuş, en az neden oldukları kadar büyük bir şaşkınlıkla Dünyalılara bakıyordu.
Biri konuşmaya başladı ve Bay Barnstaple kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyük bir hayretle kafasının içinde yankılanan sesleri anlayabildiğini fark etti.
“Kızıl tanrılar!” diye haykırdı Ütopyalı. “Siz de nesiniz? Gezegenimize nasıl girdiniz?”
İngilizce! Yunanca konuşsaydılar çok daha az şaşırtıcı olurdu! Ancak bilinen bir dili konuşuyor olmaları bile inanılması güç bir şeydi!
2. BÖLÜM
Bay Cecil Burleigh, aralarında en sakin olanlarıydı. “Şimdi yüz yüze kesin bir şeyler öğrenmeyi umabiliriz.” dedi. “Makul ve mantıklı varlıklar olarak.”
Boğazını temizledi, sinirli uzun elleriyle dökümlü ceketinin yakalarını tuttu ve gerçek bir hatip tavrını takınarak “Burada bulunuşumuz hakkında beyler, bir açıklama yapabilmemiz mümkün değil.” dedi. “En az sizin kadar şaşkınız. Kendimizi birdenbire sizin dünyanızda bulduk.”
“Farklı bir dünyadan geliyorsunuz?”
“Çok doğru. Oldukça farklı bir dünyadan. Hepimiz için doğal ve uygun bir yer olan kendi dünyamızdan. Kendimizi birdenbire burada bulduğumuz sırada, bizim dünyamızda… Ah, şey… Bazı araçlarla seyahat ediyorduk. Burada izinsiz bulunduğumuzu kabul ediyorum. Ancak sizi temin ederim, kesinlikle isteyerek burada bulunmuyoruz.”
“Arden ve Greenlake, deneylerinde nasıl başarısız oldu ve nasıl öldüler, bilmiyor musunuz?”
“Eğer Arden ve Greenlake, yerde yatan bu genç ve güzel iki insansa onlar hakkında tek bildiğimiz, kendilerini bulduğumuzda şimdi sizin de gördüğünüz gibi yerde yatıyor oldukları. Buraya öğrenmeye, daha doğrusu araştırmaya…”
Boğazını temizleyerek cümlesinin sonunu havada asılı bıraktı.
İlk konuşan Ütopyalı -işleri kolaylaştırmak için ona böyle diyebiliriz- şimdi arkadaşına bakıyordu, sessizce bir şeyler soruyor gibiydi. Sonra tekrar Dünyalılara döndü. Konuştuğunda o berrak kelimeler, sanki kulaklarında değil de -en azından Bay Barnstaple’a öyle gelmişti- kafasının içinde yankılanıyor gibiydi.
“Siz ve arkadaşlarınız enkazın üzerinde dolaşmamalı ve yola geri dönmelisiniz. Benimle gelin. Ağabeyim ateşi söndürecek ve ölen kardeşlerim için yapılması gerekenleri yapacak. Sonra burası, olanları anlayan kişiler tarafından incelenecek.”
“Kendimizi tamamen sizin misafirperverliğinize emanet ediyoruz.” dedi Bay Burleigh. “Sizin sözünüze tamamen bağlıyız. Bu karşılaşma, tekrarlamama izin verin, bizim isteğimiz değildi.”
“Tabii böyle bir ihtimal olduğunu bilseydik kesinlikle bir yolunu arardık.” dedi Bay Catskill, etrafını göstererek ve onaylaması için Bay Barnstaple’a bakarak. “Sizin dünyanızın son derece büyüleyici olduğunu düşünüyoruz.”
“İlk bakışta…” diye ekledi gözlüklü adam, “son derece büyüleyici bir dünya.”
Ütopyalı ve Bay Burleigh’yi izleyerek, sık çiçeklerin arasından tekrar yola doğru ilerlediler. Bu sırada Bay Barnstaple, Bayan Stella’nın hemen yanı başında fısıldadığını fark etti. Kadının sözleri, bu olağanüstü dünyada, o kadar sade ve sıradandı ki Bay Barnstaple’ı şaşırttı: “Daha önce karşılaşmamış mıydık? Bir öğle yemeğinde veya buna benzer bir şeyde, Bay… Bay?..”
Tüm bu olanlar sadece bir gösteriden mi ibaretti? Ona cevap vermeden önce birkaç saniye boş gözlerle baktı:
“Barnstaple.”
“Bay Barnstaple?”
Sonunda zihni kadının düşüncelerine adapte olmayı başardı.
“O zevke nail olamadım Bayan Stella ama elbette sizi tanıyorum; haftalık resimli gazetelerde çıkan fotoğraflarınızdan sizi gayet iyi tanıyorum.”
“Az