Tanrı İnsanlar. Герберт Джордж Уэллс
eğer bana gözlüklü ile rahibin kim olduklarını da söyleyebilirseniz çok memnun olurum. Hemen arkamızdan geliyorlar.”
Bayan Stella bildiklerini etkileyici ve gizli bir şekilde, kısık bir sesle aktardı. “Gözlüklü adam…” diye fısıldadı, “kodlayacağım; F, R, E, D, D, Y. M, U, S, H. Zevk sahibi. İyi zevk sahibi. Genç şairleri ve tüm o edebiyat eserlerini bulmakta inanılmaz derecede yeteneklidir. Ayrıca Rupert’ın sekreteri. Eğer bir edebiyat akademisi olsaydı onun mutlaka bu akademiye gireceğini söylüyorlar. Korkunç derecede eleştirel ve alaycıdır. Taplow’a son derece entelektüel bir toplantı için gidiyorduk, tıpkı eski günlerdeki gibi. Windsor’dakiler gelir gelmez başlayacaktı… Bay Gosse geliyordu ve Max Beerbohm ve bunun gibi herkes, ama bu günlerde her an bir şey olur. Her an… Beklenmeyen… Abartılı bir şekilde… Rahip…” Arkasına bir göz atarak onun işitme mesafesinde olup olmadığını kontrol etti. “Rahip Amerton, toplumun günahları vesaire hakkında son derece açık sözlüdür. Sözünü hiç sakınmaz. Tuhaf ama kürsüsünde olmadığında utangaç ve sessizdir; çatal bıçaklar konusunda da biraz beceriksizdir. Çelişkili, öyle değil mi?”
“Elbette!” diye cevapladı Bay Barnstaple. “Onu şimdi hatırladım. Yüzünü bir yerde gördüğümü biliyordum ama tam olarak çıkaramamıştım. Çok teşekkür ederim Bayan Stella.”
3. BÖLÜM
Bu ünlü ve etkili simaların, özellikle de Bayan Stella’nın varlığı Bay Barnstaple’a bir şekilde güven veriyordu. Fazlasıyla cesaret vericiydi; yanında sevgili eski dünyalarından pek çok şeyi getirmişti ve bu yeni dünyayı ilk fırsatta kendi standartlarına indirgemeye hazır görünüyordu. Bay Barnstaple’ı tamamen etkisi altına almakla tehdit eden çevrelerindeki şaşırtıcı güzelliğe Bayan Stella, güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Bay Barnstaple’ın onlarla karşılaşmış olması bile başlı başına hatırı sayılır ölçüde büyük bir maceraydı; kendi monoton hayatıyla havası bile ferahlatıcı, akılalmaz güzellikteki Ütopya arasında bir tür köprü kurmasına yardımcı olmuşlardı. Etrafındaki her şeyi, Bayan Stella’nın, Bay Burleigh’nin ve hatta Bay Freddy Mush’ın da gördüğünü bilmek bu parlak ve ihtişamlı dünyayı maddeleştirmeyi -bu kelimeyi kullanmak mümkünse- başarmış ve her şeyi biraz daha kabul edilebilir kılmıştı. Sadece gazetelerde okuyabildiği şeyleri, bir gerçeklik içinde yaşıyordu. Burada tek başına olsaydı yaşadığı şokun ve duyduğu hayretin büyüklüğü ile zihni altüst olabilirdi. Şu anda Bay Burleigh ile konuşan rahat tavırlı, esmer tenli ilah, karşısındaki güçlü adamın varlığı sayesinde makul bir gerçeklik oluyordu.
Ancak yine de Bay Barnstaple’ın dikkati, limuzindekilerden çok, hep beraber içine düştükleri bu dünyanın asil görünümlü insanlarında yoğunlaşıyordu. Görünüşe göre zararlı yabani otların çiçeklerin arasına giremediği ve leoparların kedigillere özgü o vahşilikten arındırılmış bir şekilde, sakin gözlerle yoldan geçenleri izlediği bir dünyanın sakinleri olan bu kadın ve erkekler nasıl yaratıklardı?
Bu tamamen kontrol altına alınmış dünyada karşılarına çıkan ilk yerlilerin, yaptıkları deney yüzünden meydana gelen korkunç bir patlamayla can vermiş olması şaşırtıcıydı. Yine de bundan daha şaşırtıcı olan, ölen adam ve kadının kardeşleri olduğunu söyleyen iki Ütopyalının yaşanan trajedi karşısında hemen hemen hiç keder veya dehşet göstermemiş olmasıydı. Bay Barnstaple hiçbir duygusallık yaşanmadığını fark etti, hiç gözyaşı dökülmemişti. Açıkça belli oluyordu ki üzülmekten çok şaşırmış ve meraklanmışlardı.
Geride kalan Ütopyalı, kızın bedenini diğerinin yanına dikkatlice yatırmış ve enkaza geri dönmüştü. Bay Barnstaple, onun büyük bir dikkatle patlamadan geriye kalanları incelediğini gördü.
Şimdi başkaları da olay yerine geliyordu. Bu dünyada uçakları da vardı; bunlardan iki tanesi, sessizce ve birer kırlangıç gibi zarafetle yakınlardaki boş alana indiler. Başka bir adam küçük, iki tekerlekli, iki koltuklu bir araçla geldi; tekerlekleri bisiklette olduğu gibi arka arkayaydı. Dünyadaki herhangi bir arabadan çok daha hafif ve güzel olan bu araç, hareket etmezken bile gizemli bir şekilde iki tekerleğinin üzerinde durabiliyordu. Gürültülü bir kahkaha Bay Barnstaple’ın dikkatini çekti; anlaşılan yolun aşağısındaki bir grup Ütopyalı, limuzinin motorunda onları fazlasıyla eğlendirecek kadar saçma bir şey görmüşlerdi. Gelenlerin çoğu ölenler kadar çıplak ve düzgün yapılıydı; birkaçı samandan şapkalar takmıştı ve sadece bir tanesi -otuzlarını aşmış gibi görünen bir kadın- parlak kırmızı şeritleri olan beyaz bir elbise giyiyordu. Bu kadın, Bay Burleigh ile konuşuyordu.
Birkaç yarda uzakta olmalarına rağmen, onun sözleri kusursuz bir berraklıkla Bay Barnstaple’ın kafasının içinde belirdi.
“Şimdilik, buraya gelişinizle yaşanan patlama arasında nasıl bir bağlantı olduğunu bilmiyoruz, hatta arada bir bağlantı olup olmadığını da bilmiyoruz. Her iki olayı da ayrıntılı şekilde incelemek istiyoruz. Sizi ve yanınızda getirdiğiniz her şeyi buranın çok uzağında olmayan daha uygun bir yere götürmenin mantıklı olacağını düşünüyoruz. Sizi oraya götürecek araçları ayarlıyoruz. Orada muhtemelen yemek de yiyeceksiniz. Ne zaman yemek yemeye alışık olduğunuzu bilmiyorum.”
“Yemek…” dedi Bay Burleigh, bu fikre hemen ısınarak. “En kısa zamanda biraz yemek yemek hepimize iyi gelecektir. Aslında eğer kendi dünyamızdan sizin dünyanıza bu kadar ani bir şekilde geçmemiş olsaydık şu anda en iyisinden bir öğle yemeği yiyor olacaktık.”
Şaşkınlık ve yemek arasındaki ilişkiyi düşündü Bay Barnstaple. İnsan, doğası gereği yemek yemek zorundaydı, şaşkın olsun olmasın. Kendisinin de acıkmış olduğunu fark etti, solumakta oldukları hava hoş ve iştah açıcıydı.
Ütopyalılar yeni ve acayip bir fikirle şaşkına dönmüş gibiydiler: “Günde birkaç kez mi yiyorsunuz? Ne tür şeyler yiyorsunuz?”
“Oh! Vejetaryen değillerdir, değil mi?” diye araya girdi Bay Mush cırtlak sesiyle.
Hepsi de acıkmıştı. Bu, yüzlerinden okunabiliyordu.
“Hepimiz günde birkaç kez yeriz.” diye açıkladı Bay Burleigh. “Belki de size beslenme rejimimiz hakkında kısa bir özet vermem yerinde olur. Yatağa getirilen sade bir fincan çay ve mümkün olduğunca ince bir dilim tereyağlı ekmekle güne başlarız; bu bir kuraldır. Daha sonra kahvaltı gelir…”
Kendi “gastronomik günü”nün kusursuz bir özetini vererek devam etti, hiçbir ayrıntıyı atlamıyordu; yumurtalar dört buçuk dakika pişirilmeliydi, ne daha az ne daha fazla; öğle yemeğinde herhangi bir hafif şarap olmalıydı; çay saati gerçek bir yemekten ziyade sosyal bir etkinlikti; daha sonra akşam yemeği ve özel durumlarda gece atıştırması. Bu Avam Kamarası’nın bile hoşuna gidecek son derece hafif hatta neşeli ama bir yandan da içten ve samimi bir anlatımdı. Bay Burleigh anlattıkça Ütopyalı kadın, giderek artan bir ilgiyle onu dinliyordu. “Hepiniz bu şekilde mi yemek yiyorsunuz?” diye sordu.
Bay Burleigh, gözlerini üzerimizde gezdirdi. “İçimizden birinin adına cevap veremem. Bay… Bay…”
“Barnstaple… Evet, ben de buna benzer bir şekilde.”
Ütopyalı kadın, ona gülümsedi. Çok güzel kahverengi gözleri vardı ve Bay Barnstaple, gülümsemesinden hoşlansa da kendisine bu şekilde gülümsememesini temenni etti.
“Ve uyuyorsunuz?” diye sordu kadın.
“Altı ila on saat arası, duruma göre değişiyor.” dedi Bay Burleigh.
“Ve sevişiyorsunuz?”
Bu soru Dünyalıları şaşırtmaktan ziyade, şok etti.