Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель Пруст
zorunda kalacakları saate daha çok vakit olan bir saatin çınladığını duyduğumuz soğuk ama bir o kadar da güzel geceden hem de tüm dışsal takıntılarımdan, neredeyse Mme. de Guermantes’ın hatırasından soyutlanmış hissediyordum; sahip olduğum bu soyutlanmanın başmimarları Saint-Loup’nun ve onun arkadaşlarının samimiyetiydi, bu küçük yemek salonunun sıcak atmosferiydi, özenle hazırlanmış muazzam yemeklerin damakta bıraktığı tattı. İştahım kadar hayal gücümü de zevkle doldurdular; bazen içlerindeki yaşam formları çıkartılmış, içinde birkaç damla tuzlu su kalmış istiridye kabuklarıyla süslenmiş kaplar ya da bir üzüm salkımının sarı yapraklarıyla budaklı sapları bir manzara misali uzaktan ve şiirsel bir şekilde sarıp sarmalıyor, yemek boyunca farklı noktalarda sanki asma ağacının gölgesinde şekerleme yapıyormuş ya da sandalla denize açılıyormuş izlenimi yaratıyordu; diğer akşamlarda yemeğimizin kendine özgü özelliklerini bir sanat eseri gibi doğal düzenlemeler içinde gözler önüne seren kişi aşçıbaşı olurdu; şarapta pişirilmiş bir balık, uzun bir toprak çanak üzerinde servis edilirdi; mavimsi bitkilerden oluşan bir yatağın üzerine uzanmış gibi yerleştirilmiş, tek parça hâlinde; ancak canlı canlı kaynayan suya atıldığı için bükülmüş, kabuklu istiridyeler, yengeçler, karidesler ve midyelerden oluşan bir çemberle çevrelenmiş balık, Bernard Palissy’nin seramik tasarımlarının bir parçasıymış izlenimi uyandırıyordu.
“Kıskanıyorum, çok öfkeliyim.” diyerek dil uzattı Saint-Loup, yarım tebessüm yarım ciddi bir ifadeyle arkadaşıyla yaptığım bitmez tükenmez sohbeti ima ediyordu. “Onu benden daha zeki bulduğun için mi daha çok seviyorsun? Sanırım artık ondan başkasını görmüyorsun, tek düşündüğün o!” Kadınlara düşkün olunan bir toplumda yaşayan bir kadına aşırı derecede âşık olan erkekler, başkalarının o kadar da masum bulmadıkları ve asla cesaret edemeyeceği şakaları rahatça yaparlar.
Konuşma genelleşmeye başlayınca, Saint-Loup’yu incitme korkusuyla Dreyfus’le ilgili herhangi bir konu açılmamasına özen gösterdiler. Ancak, ertesi hafta arkadaşlarından ikisi hem bu kadar askerî bir ortamda yaşayıp hem de âdeta anti-militarist olan Dreyfus sempatizanı gibi davranmasının ne kadar tuhaf olduğuna değindiler. “Nedeni şu.” dedim ayrıntıya girmek istemeyerek. “Çevrenin etkisi insanların düşündüğü kadar önemli değil…” Elbette bu noktada durma ve birkaç gün önce Saint-Loup’ya anlattığım gözlemleri tekrar etmeme niyetindeydim. Bununla birlikte, bu kelimeleri âdeta ezberlenmiş metinden tekrarlarmışçasına söylediğim için: “Aslında, geçen gün söylediğim gibi…” diye ekleyerek kendimi mazur göstermeye başladım. Fakat Robert’in bana ve diğer bazı kişilere olan kibar hayranlığının öteki yüzünü hesaba katmamıştım. Bu hayranlık, kişilerin fikirlerini bütünüyle özümsemesiyle tamamlanma noktasına öylesine ulaşıyordu ki, bir ya da iki gün içinde bu fikirlerin kendisine ait olmadığını tamamen unutmuş oluyordu. Böylelikle, benim mütevazı teorim konusunda Saint-Loup, sanki bu teori doğduğundan beri onun zihninde varmış ve bense onun nezareti altında avlanıyormuşum gibi sıcak bir karşılamanın kendisine yükümlü olduğunu hissetti.
“Evet, elbette; çevrenin önemi yoktur.”
Sözünü kesmemden ya da söylediklerini anlamamış olmamdan korkarcasına telaşla devam etti konuşmaya:
“Asıl etkili olan şey kişinin entelektüel çevresidir! İnsan düşündüğünden ibarettir!”
Akşam yemeğini iyice hazmetmenin verdiği mutlulukla gülümseyerek bir anlık duraksadı, monokl gözlüğünü düşürdü ve delici bakışlarını bana sabitleyerek:
“Aynı düşünceye sahip insanlar benzerdir.” dedi meydan okurcasına. Muhtemelen, sadece birkaç gün geçmesine rağmen, söylenenin aksine söyleyen kişiyi, yani beni tamamen unutmuştu.
Saint-Loup’nun restoranına her akşam aynı ruh hâliyle gitmiyordum. Bize ağırlık veren bir anı, bir keder, kendilerinin hiç farkında olmayacak kadar etkili bir şekilde bizi terk edebiliyorlarsa, geri de dönebilirler, hatta bazen uzunca bir süre bizimle de kalabilirler. Akşamları restorana gitmek için kasabın içinden geçerken, Mme. de Guermantes’a duyduğum özlem o kadar şiddetlenirdi ki nefes almakta güçlük yaşardım; yetenekli bir anatomi uzmanı tarafından göğsümün bir kısmı kesilip çıkarılmış, yerine aynı boyutlarda özlem, sevgi ve acı yerleştirilmişti âdeta. Açılan yara her ne kadar düzgün bir şekilde dikilmiş olsa da başka bir insana duyulan özlemin üzüntüsü kişinin iç organlarının yerini aldığında, hayat zindana döner; özlem organlardan daha fazla yer kaplar, varlığını sürekli hissettirir gibi gelir insana; üstelik vücudunun bir parçasını düşünmek zorunda olmak ne büyük bir tezatlıktır. Hiç olmazsa, bir şekilde daha değerli görünürüz. En ufak bir esinti karşısında sıkıntıyla ama tatlı bir yorgunlukla iç çekeriz. Göğe bakardım. Hava açıksa kendime şöyle derdim: “Belki o da şu anda kırsaldadır; aynı yıldızlara bakıyordur; kim bilir, restorana vardığımda Robert bana şöyle diyebilir: ‘İyi haberlerim var! Az evvel yengemden haber geldi; seninle tanışmak istiyor, hatta buraya geliyor.’ ” Mme. de Guermantes’ı yalnızca göğe baktığım zamanlarda hayal etmiyordum. Ne zaman tatlı bir esinti olsa, bana ondan bir haber gelecekmiş hissine kapılırım; tıpkı uzun zaman önce Méséglise’in mısır tarlasında gezinirken Gilberte’in getirdiği gibi. İnsan değişmez; bir kişiye o duyguyu atfetme sebebimiz, içinde her ne kadar yabancı bir unsur olarak görse de onu canlı tutacağına olan hislerimizdir. Ayrıca, belirli insanlara karşı duyduğumuz bu duyguları daima gerçeğe yaklaştırmaya, yani genel bir duygu içinde özümsemeye çalışırız; insanların bize yaşattıkları ızdırabın sadece iletişim kurmamızı sağlayan bir araç olduğu hissi tüm insanlık için ortaktır. Üzüntümü belirli oranda dindiren şey, onun evrensel aşkın küçük bir parçası olduğunu bilmemdi. Gilberte konusunda hissettiğim ya da Combray’de geceleyin annemin odamda kalmadığı zaman hissettiğim üzüntüleri ve ayrıca şu anda ızdırap için hissettiğim Bergotte’un bazı sayfalarının hatırası, Mme. de Guermantes’ın soğukluğu ve yokluğunu, bir filozofun bu tarz olaylar karşısında zihninde kurduğu sebep sonuç ilişkisini kurduğumda, Mme. de Guermantes’ın bu üzüntülerimin sebebi olmadığı sonucuna varamıyordum. Öyle yaygın fiziksel ağrılar vardır ki vücudun diğer bölgelerine yayılarak genişlerler; ancak doktor acının tam olarak ortaya çıktığı noktaya dokunduğunda, dağılıp tamamen yok olurlar, değil mi? Oysa, o ana kadar sebebini hatta yerini bile belirleyemediğimizden, o kadar müphem, o kadar vahim bir izlenim oluştururdu ki iyileşme olasılığının olmadığını düşünmeye başlardık. Restorana giderken kendi kendime dedim ki: “Mme. de Guermantes’ı görmeyeli iki hafta oldu.” Söz konusu Mme. de Guermantes olduğunda zamanı dakikalarla hesaplayan benim için çok muazzam bir süre gibi geliyordu iki hafta. Benim için artık sadece yıldızlar ve esinti değil, zamanın aritmetik bölümleri de hüzünlü ve şiirsel bir boyut kazanmıştı. Artık her gün, ufalanan dağın kopan tepesi gibiydi; bir gün hatıraları bir yamacından aşağı atarak unutacağımı düşünürken, ertesi gün tepeden aşağı yuvarlanan bir kaya gibi Düşes’i tekrar görme ihtiyacım şiddetleniyordu. Durağan bir dengeye sahip olamadığımdan her gün bir o yana bir bu yana sürükleniyordum. Bir gün kendi kendime şöyle dedim: “Belki bugün bir mektup gelir.” ve yemek salonuna girdiğimde Saint-Loup’ya soracak cesareti buldum:
“Paris’ten hiç haber yok mu?”
“Var.” diye cevap verdi kasvetli tonda. “Ama kötü haber.”
Mutsuz olanın kendisi olduğunu ve haberlerin metresinden geldiğini anladığımda rahat bir nefes aldım. Ancak çok geçmeden, bu durumun sonuçlarından birinin, Robert’in beni yengesiyle görüşmeye götürmesini çok uzun süre engellemek olacağının farkına vardım.
Metresiyle arasında bir kavga çıktığını