Gizli Bahçe. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
GÖSTEREN KIZILGERDAN
Uzunca bir süre anahtara baktı. Onu evirdi, çevirdi, ne yapacağını düşündü. Daha önce bahsedildiği gibi izin isteme veya büyüklerine danışma konusunda terbiye görmüş bir çocuk değildi. Anahtar hakkında tek düşünebildiği şey onun kapalı bahçenin anahtarı olup olmadığıydı ve kapının nerede olduğunu bulabilirse belki onu açabilir ve duvarların ardında ne olduğunu görebilir, böylelikle eski gül ağaçlarının akıbetini öğrenebilirdi. Bahçeyi görmek istemesinin sebebi uzun süredir kapalı oluşuydu. Mutlaka diğer yerlerden farklı olmalı ve on yıl boyunca orada garip şeyler olmuş olmalıydı. Ayrıca, bahçe hoşuna giderse her gün içeri girebilir, kapıyı arkasından kapatıp kendi kendine oynayabilirdi çünkü kimse onun nerede olduğunu bilemez ve hâlâ kapının kilitli ve anahtarın gömülü olduğunu düşünüyor olurlardı. Bu fikir çok hoşuna gitti.
Kapısı gizemli bir şekilde kapalı odalarla dolu bir evde yaşayıp, kendini oyalayacak hiçbir şeyin olmaması onun atıl duran beyninin çalışmasına ve hayal gücünün canlanmasına sebep olmuştu. Şüphesiz, bozkırın taze, güçlü ve temiz havasının da bunda rolü büyüktü. Tıpkı temiz havanın iştahını açması ve rüzgârla mücadelenin kanını kaynatması gibi zihnine de aynısı olmuştu. Hindistan’da hep çok sıcaklıyor, bir şey yapmaya mecali olmuyordu fakat burada canına can gelmişti ve yeni şeyler yapmak istiyordu. Neden olduğunu bilmese de artık kendini daha az “aksi” hissediyordu.
Anahtarı cebine koydu ve yürüyüş yolunda bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Oraya kendisinden başka gelen yok gibiydi, böylece yavaşça yürüyüp kapıyı ve özellikle üstünü saran sarmaşığı inceleyebiliyordu. Sarmaşık kafa karıştırıyordu. Ne kadar dikkatli bakarsa baksın yoğun, parlak, koyu yeşil yapraklardan başka bir şey görünmüyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı. Yolu adımlamaya devam edip içerideki ağaç tepelerine bakınca aksiliğinden bir parça geri gelir gibi oldu. “Onun dibinde olup içeri girememek çok aptalca!” diye düşündü. Eve varınca anahtarı cebine koydu ve her dışarı çıkışında anahtarı da yanında götürmeye karar verdi, böylece kapıyı bulacak olursa hazırlıklı olmuş olurdu.
Bayan Medlock, Martha’nın geceyi kulübede geçirmesine izin vermişti fakat kız sabah işinin başına eskisinden de al yanaklar ve neşeyle geri dönmüştü.
“Sabah dörtte uyandım.” dedi. “Ah! Bozkırda uyanan kuşları, oradan oraya koşuşturan tavşanları ve yükselen güneşi görmek harikaydı. Tüm yolu yürümedim. Adamın biri arabasına aldı beni, çok keyifliydi.”
Güzel geçen izin günü hikâyelerle doluydu. Annesi onu gördüğüne çok sevinmişti ve birlikte ekmek pişirip çamaşır yıkamışlardı. Hatta çocukların her biri için içi esmer şekerli hamur tatlısı yapmıştı.
“Bozkırdaki oyunlarından döndüklerinde tatlıların dumanı üstünde tütüyordu. Kulübe o kadar güzel hamur işi kokuyordu ve ateş içeriyi öyle güzel ısıtmıştı ki içeri girince sevinçle çığlık attılar. Bizim Dickon, kulübemizin krallara layık olduğunu söylüyor.”
Akşam olunca hepsi birden ateşin etrafında oturmuşlar ve Martha ile annesi yırtık kıyafetleri yamalayıp, sökük çorapları dikerken, Martha onlara hayatı boyunca siyahiler tarafından bakılan ve kendi çorabını bile giyemeyen Hindistan’dan gelen kızdan bahsetmişti.
“Ah! Hikâyenizi dinlemeye bayıldılar.” dedi Martha. “Siyahiler ve sizi getiren gemi hakkında soru sorup durdular. Onlara yeterince anlatamadım.”
Mary biraz düşündü.
“Bir sonraki izin gününe kadar sana daha fazlasını anlatırım.” dedi. “Böylece konuşacak daha fazla şeyin olur. Eminim fillere ve develere binme hikâyelerini ve kaplan avına çıkan subay hikâyelerini duymak isterler.”
“Hadi canım!” diye haykırdı Martha sevinçle. “Kafayı yiyecekler. Gerçekten mi Hanım’ım? Gerçekten de York’ta düzenlediklerini duyduğumuz vahşi hayvan gösterileri gibi mi?”
“Hindistan, Yorkshire’dan oldukça farklı.” dedi Mary usulca, kafasında iyice tartarak. “Daha önce hiç düşünmemiştim. Dickon ve annen benim hakkımda konuşmandan hoşlandılar mı?”
“Elbette, Dickon’ımızın gözleri yerinden fırlayacak gibiydi, böyle patlak patlak oldu.” diye yanıtladı Martha. “Ama sizin tek başınıza olmanız annemin biraz keyfini kaçırdı gibi. ‘Bay Craven ona dadı veya mürebbiye tutmuyor mu?’ diye sordu. Ben de ona, ‘Hayır, tutmuyor. Bayan Medlock belki daha sonra tutabileceğini ama bunun nereden baksak iki üç seneden önce olmayacağını söylüyor.’ dedim.”
“Mürebbiye falan istemiyorum.” dedi Mary sertçe.
“Annem diyor ki bu zamana kadar kitabı öğrenmeye başlamış olmanız lazımmış, hem size göz kulak olacak bir kadın gerekiyormuş. Dedi ki ‘Martha, kendini kocaman bir yerde tek başına dolanırken bir hayal et, başında bir anne yok. Onun gönlünü elinden geldiğince hoş tutmalısın.’ Ben de tutacağımı söyledim.”
Martha gözlerini ayırmadan ona uzun uzun baktı.
“Benim gönlümü hoş tutuyorsun zaten.” dedi. “Sohbetin hoşuma gidiyor.”
Az sonra Martha odadan çıktı ve önlüğünün altında ellerinde bir şeyle geri döndü.
“Sizce bu nedir?” dedi, neşeyle sırıtarak. “Size bir hediye getirdim.”
“Hediye mi!” diye haykırdı Küçük Hanım Mary. Nasıl olur da on dört aç insanın olduğu bir kulübeden kendisine bir hediye çıkardı!
“Bozkırda seyyar satıcılık yapan bir adam…” dedi Martha. “Kapımızın önünde durdu. Çanak çömlek satıyordu ama annemin bir şey alacak parası yoktu. Adam tam uzaklaşırken bizim Lizabeth Ellen aniden seslendi, ‘Anne, kırmızı ve mavi tutacaklı atlama ipleri var.’ Annem de hemen adama seslendi, ‘Hey, bayım, durun! Kaça bunlar?’ Adam, ‘İki peni.’ dedi ve annem ceplerini aranırken bana, ‘Martha, sen iyi bir kız olduğun için bana tüm maaşını getiriyorsun ve bu parayı harcayacak dört yerim var fakat bu paradan iki peni alıp o çocuğa atlama ipi alacağım.’ dedi ve size bunu aldı. İşte, alın bakalım.”
Atlama ipini önlüğünün altından çıkarıp ona gururla sergiledi. Her iki ucunda mavi ve kırmızı şeritler olan sağlam ve ince bir ipti bu fakat Mary Lennox daha önce hiç atlama ipi görmemişti. Şaşkın bir ifadeyle ipe baktı.
“Bu ne için?” diye sordu merakla.
“Ne için mi!” diye haykırdı Mary. “Ne yani, Hindistan’da atlama ipi yok muydu? Sadece filler, kaplanlar ve develer mi vardı? Çoğunun siyah olmasına şaşmamalı. Bu işte buna yarar; izleyin beni.”
Odanın ortasına koşup, iki eliyle tutacaklardan tuttu ve zıpladı, zıpladı, zıpladı. Mary koltuğunda dönmüş ona bakarken, eski portrelerdeki tuhaf suratlar da ona bakıyorlar ve “Bu basit, küçük köylü kız hangi cüretle burnumuzun dibinde böyle bir şey yapıyor acaba?” diyorlar gibiydi. Fakat kimse Martha’nın gözünde değildi. Küçük Hanım Mary’nin yüzündeki merak ve ilgi onu iyice keyiflendirmişti, sayarak atlamaya devam etti ve yüze gelene kadar atladı.
“Daha fazla da atlayabilirim.” dedi durduğunda. “On iki yaşındayken beş yüze kadar atlayabiliyordum ama o zamanlar şimdiki kadar kilolu değildim ve antrenmanlıydım.”
Mary koltuğundan heyecanla kalktı.
“Güzel görünüyor.” dedi. “Annen çok ince bir kadın. Sence ben de öyle atlayabilir miyim?”
“Deneyip görün.” diye teşvik etti