Gizli Bahçe. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
evin dışından değil, içinden geldiğinden emindi. Uzaktan geliyor gibiydi ama evin içindeydi. Dönüp Martha’ya baktı.
“Bir ağlama sesi duyuyor musun?” dedi.
Martha birden şaşırmış göründü.
“Hayır.” diye yanıtladı. “Rüzgârdır. Bazen biri bozkırda kaybolmuş da ağlıyormuş gibi gelir. Rüzgârın türlü türlü sesi olur.”
“Dinlesene.” dedi Mary. “Ses evin içinden, uzun koridorlardan birinin sonundan geliyor gibi.”
Tam o sırada aşağıdaki kapılardan biri açılmış olmalıydı; çünkü girişten içeriye kuvvetli bir hava akımı oldu, oturdukları odanın kapısı birden çarparak ardına kadar açıldı ve ikisi birden ayağa fırlarken ışık söndü, ağlama sesi koridor boyunca ilerledi ve böylece daha net bir şekilde duyuldu.
“İşte!” dedi Mary. “Sana söylemiştim! Biri ağlıyor ve bu yetişkin biri değil.”
Martha koşup kapıyı kapadı ve anahtarı çevirdi fakat bunu yapmadan önce ikisi de uzaktaki bir kapının hızla çarpıldığını duydu, sonrasında her şey son derece sessizdi, hatta rüzgâr bile bir an için “uğuldamayı” bırakmıştı.
“Rüzgârın sesi,” dedi Martha inatla. “Rüzgâr değilse, küçük Betty Butterworth’dür, bulaşıkçı kız. Tüm gün dişi ağrıyordu.”
Fakat tutumundaki rahatsız ve tuhaf hava Küçük Hanım Mary’nin ona dik dik bakmasına sebep oldu. Mary onun doğruları söylediğine inanmıyordu.
VI. BÖLÜM
AĞLAYAN BİRİ VAR-GERÇEKTEN!
Ertesi gün yine sağanak yağmur yağıyordu ve Mary pencereden baktığında bozkır âdeta gri bir sis ve bulutlar ardına gizlemişti. Bugün dışarı çıkmak yoktu.
“Böyle yağmur yağdığında sizin kulübede neler yaparsınız?” diye sordu Martha’ya.
“Çoğunlukla birbirimizin ayağına dolanmamaya çalışırız.” diye yanıtladı Martha. “Ah! Bir sürü insan kalabalığı olduğu düşünülürse… Annem halim selim bir kadındır ama endişeleniyor tabii. Büyük kardeşler gidip ahırda oynarlar. Dickon ıslanmaktan çekinmez. Sanki hava günlük güneşlikmiş gibi dışarı çıkar. Güzel havalarda görmediği şeyleri yağmurlu havalarda görebiliyormuş. Bir keresinde deliğinde boğulmak üzere olan bir yavru tilki bulup, onu sıcak tutmak için gömleğinin içine sokup eve getirmişti. Annesi yan tarafında öldürülmüş, delikleri su ile dolmuş ve diğer yavrular da ölmüş. Tilki şu anda bizim evde. Başka bir zaman yine boğulmak üzere olan bir karga bulup eve getirmişti, onu da evcilleştirdi. Simsiyah olduğu için adını Kurum koydu, onunla beraber oradan oraya hoplayıp uçuyor.”
Mary artık Martha’nın bu samimi konuşmalarına aldırmaz olmuştu. Hatta anlattıklarını ilginç bulmaya başlamış, o konuşmayı bıraktığında veya başka yere gittiğinde üzülür olmuştu. Hindistan’da yaşarken Ayah’ının anlattığı hikâyelerin, Martha’nın yiyecek pek bir şeyleri olmayan on dört kişiyi içine alan bozkır kulübesi hakkında anlattıklarıyla yakından uzaktan alakası yoktu. Çocuklar tatlı, minik çoban köpeği yavruları gibi kendi kendilerine yuvarlanıp eğleniyorlardı. Mary en çok anne ve Dickon’dan etkileniyordu. Martha’nın annesinin söyledikleri veya yaptıkları hakkında anlattığı hikâyeler kulağa hep çok rahatlatıcı geliyordu.
“Keşke birlikte oynayabileceğim bir kuzgun veya tilki yavrusu olsa.” dedi Mary. “Ama hiçbiri yok.”
Martha’nın kafası karışmıştı.
“Örgü örebiliyor musunuz?” diye sordu.
“Hayır.” diye yanıtladı Mary.
“Dikiş dikebiliyor musunuz?”
“Hayır.”
“Okuyabiliyor musunuz?”
“Evet.”
“O zaman neden bir şeyler okumuyorsunuz ya da biraz heceleme çalışmıyorsunuz? Artık okuyup öğrenebilecek yaştasınız.”
“Kitabım yok ki.” dedi Mary. “Kitaplarım Hindistan’da kaldı.”
“Bu kötü olmuş.” dedi Martha. “Eğer Bayan Medlock kütüphaneye girmenize izin verirse orada binlerce kitap var.”
Mary kütüphanenin nerede olduğunu sormadı çünkü birdenbire aklına bir fikir geldi. Gidip orayı kendisi bulmaya karar verdi. Bayan Medlock’u kafasına takmıyordu. Bayan Medlock sürekli aşağıdaki konforlu uşak dinlenme odasında oluyor gibiydi. Bu tuhaf yerde kimse birbirini kolay kolay görmezdi. Aslında, hizmetçilerden başka görecek bir kimse de yoktu ve efendileri bir yerlere gittiği zaman aşağı katlarda lüks bir hayat yaşıyorlardı. Tavanlarından parlak pirinçten kap kacağın sallandığı, her gün dört ya da beş çeşit bol kepçe yemeklerin yendiği, Bayan Medlock ortalıkta değilse neşeli çekişmelerin yaşandığı kocaman bir mutfakları vardı.
Mary’nin yemekleri düzenli olarak servis ediliyor ve Martha da ona göz kulak oluyordu fakat o kimsenin umurunda değildi. Bayan Medlock günaşırı gelip ona bir göz atardı ama hiç kimse ona ne yaptığını sormuyor veya ne yapması gerektiğini söylemiyordu. Belki de İngiltere’de çocuklara böyle davranılıyordur diye düşünüyordu. Hindistan’da Ayah’ı hep onun yanında olurdu, hep başında beklerdi, onun eli ayağı gibiydi. Bazen onun sürekli yanında olmasından sıkılırdı. Şimdi onun peşinden gelen hiç kimse yoktu ve bir şeyin verilmesini istediğinde veya giydirilmek istediğinde Martha kendisine sanki beceriksiz ve aptalmış gibi baktığı için kendi kendine giyinmeyi öğreniyordu.
“Nasıl giyileceğini bilmiyor musun?” demişti bir keresinde, Mary durup eldivenlerini giydirmesini beklediğinde. “Bizim Susan Ann daha dört yaşında ama sizden iki kat daha akıllı. Bazen kafanızda biraz eksiklik var gibi geliyor.”
Mary bu olay sonrasında bir saat kadar aksi yüz ifadesini takınmıştı fakat bu onun birçok yeni şey düşünmesine sebep olmuştu.
Bu sabah Martha şömineyi son kez süpürüp aşağı indikten sonra Mary pencerenin önünde on dakika kadar dikildi. Kütüphaneyi duyduğunda aklına gelen yeni fikri düşünüyordu. Aslında kütüphane pek de umurunda değildi çünkü çok az kitap okumuştu; fakat kütüphane düşüncesi aklına kapısı kapalı yüz odayı getirmişti. “Acaba kapılar gerçekten kilitli mi ve içeri girebilirsem nelerle karşılaşırım?” diye merak etti. Gerçekten de yüz tane var mıydı? Neden gidip kaç tane olduklarını saymasındı ki? Madem bu sabah dışarı çıkamıyordu, böylece yapacak bir şeyi olurdu. Bir şeyleri yapmak için izin isteme alışkanlığı yoktu ve otorite hakkında hiçbir fikri yoktu, bu nedenle Bayan Medlock’u görecek olsa bile evin içinde dolaşıp dolaşamayacağını sormaya gerek görmezdi.
Odasının kapısını açıp koridora çıktı ve etrafta dolanmaya başladı. Uzun bir koridordu ve başka koridorlara açılıyor, birkaç basamakla yine birbirini takip eden üst koridorlara çıkılıyordu. Her yerde kapılar vardı, duvarlar resimlerle doluydu. Bazıları karanlık, tuhaf manzara resimleriydi fakat çoğu acayip, kocaman, saten ve kadifeden kıyafetler içindeki kadınların ve erkeklerin portreleriydi. Bir evde bu kadar çok resim olabileceğini düşünmemişti hiç. Yavaş yavaş ilerleyerek resimdeki yüzlere baktı, sanki onlar da kendisine bakıyor gibiydiler. Sanki Hindistan’dan gelen küçük bir kızın burada ne işi var der gibiydiler. Bazıları çocuk resimleriydi, ayaklarına kadar uzanan saten elbiseler içinde kız çocukları ve kabarık kollu, dantel veya kocaman fırfır yakalı, uzun saçlı oğlan çocuklarıydı. Çocuklara bakmak için sürekli duruyor ve “Acaba isimleri neydi, nereye gittiler, neden böyle tuhaf giyiniyorlardı?” diye düşünüyordu. Kendisi gibi