Gizli Bahçe. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
şeyi görmemesini sağlamaktır.”
Sonra Mary Lennox geniş merdivenlerden çıkarıldı, uzun bir koridordan geçirildi ve birkaç basamak daha çıkarılıp bir koridor ve bir tane daha koridordan geçirildi. Nihayet bir kapı açıldı ve kız kendini içinde şöminenin yandığı, üzerinde akşam yemeği duran bir odada buldu.
Bayan Medlock laubalice şöyle dedi:
“İşte geldin! Burada ve bitişikteki odada yaşayacaksın. Bu iki odadan başka bir yere girip çıkman yasak. Sakın unutayım deme!”
İşte Küçük Hanım Mary, Misselthwaite Malikânesi’ne böyle gelmiş ve belki de hayatı boyunca kendini hiç bu kadar aksi hissetmemişti.
IV. BÖLÜM
MARTHA
Sabah genç bir hizmetçi odasına girince gözlerini açtı, kız şöminenin önündeki kilime diz çökmüş, gürültüyle külleri temizliyordu. Mary bir süre yattığı yerden onu izledi, sonra odaya göz gezdirmeye başladı. Daha önce böyle bir oda görmemişti, odanın garip ve kasvetli olduğunu düşündü. Duvarlar orman manzarası işlenmiş goblen kumaşlarla kaplıydı. Ağaçların altında fevkalade giyimli insanlar vardı ve uzaklarda bir kalenin kuleleri görünüyordu. Avcılar, atlar, köpekler ve kadınlar vardı. Mary kendini ormanda onlarla birlikteymiş gibi hissetti. Derin bir pencereden, üzerinde hiç ağaç olmayan bir tepe görünüyordu ve oraya bakmak sonsuz, donuk, morumsu bir denize bakmak gibiydi.
“Bu nedir?” diye sordu, pencereden dışarıyı işaret ederek.
Genç hizmetçi Martha ayağa kalkıp baktı, o da eliyle işaret etti.
“Şurası mı?” dedi.
“Evet.”
“Orası bozkır.” dedi tatlı bir gülümsemeyle. “Sevdiniz mi?”
“Hayır.” diye cevap verdi Mary. “Nefret ettim.”
“Alışık olmadığınızdandır.” dedi Martha, şömineye geri dönerek. “Şimdi çok büyük ve çorak olduğunu düşünüyorsunuz. Ama seversiniz.”
“Sen seviyor musun?” diye sordu Mary.
“Elbette, seviyorum.” diye yanıtladı Martha, neşeyle ızgarayı parlatırken. “Çok severim hem de. Çorak değildir. Tatlı kokan şeyler büyür orada. Baharda ve yazın süpürge otları, karaçalılar ve katırtırnakları çiçek açınca çok güzel olur. Bal gibi kokarlar, hava da mis gibi tertemiz olur, gökyüzü çok yüksek görünür, arılar ve tarla kuşları etrafta vızıldayıp cıvıldaşırlar. Ya! Dünyaları verseler bozkırdan uzaklarda yaşamam.”
Mary kızı ciddi, şaşkın bir ifadeyle dinliyordu. Martha’nın, Hindistan’dan alışık olduğu yerli hizmetçilerle uzaktan yakından alakası yoktu. Onlar yalakalık yaparlar, köle gibi davranırlar ve sahipleriyle onlarla eşitlermiş gibi konuşmaya kalkışmazlardı. Eğilip selam verirler, efendilerine “fakirlerin koruyucusu” gibi isimlerle hitap ederlerdi. Hintli hizmetkârlardan bir şey istenmez, onlara emir verilirdi. “lütfen” ve “teşekkür ederim” denmezdi ve Mary sinirlendiği zaman Ayah’ını tokatlardı. “Bu kıza biri tokat atsa ne tepki verir?” diye düşündü. Yuvarlak hatlı, al yanaklı, halim selim görünen bir yaratıktı ama inatçı bir havası vardı.
“Sen tuhaf bir hizmetçisin.” dedi yastıklarının arasından, kibirli bir havayla.
Martha, elinde baca fırçasıyla ayağa kalktı ve bir kahkaha patlattı, hiç de sinirlenmişe benzemiyordu.
“Ya! Bunu biliyorum ki.” dedi. “Eğer Misseltwaite’te bir büyük hanım olsaydı hizmetçilerin yardımcısı bile olamazdım. Bulaşıkçı falan yaparlardı beni ama asla üst katlara salmazlardı. Ben fazla sıradanım ve çok fazla Yorkshire aksanıyla konuşuyorum. Ama burası çok tuhaf ve çok büyük bir yer. Bay Pitcher ve Bayan Medlock dışında ne beyefendi ne de hanımefendi var gibi görünüyor. Bay Craven burada olduğu zamanlarda hiçbir şeye takılmaz, zaten çoğunlukla burada değildir. Bayan Medlock bana bu görevi nezaketen verdi. Eğer diğer büyük evler gibi olsaymış bu işi bana asla vermezmiş.”
“Benim hizmetçim sen mi olacaksın?” diye sordu Mary, hâlâ Hindistan’dan kalma buyurgan tavrıyla.
Martha ızgarayı tekrar ovalamaya başladı.
“Ben Bayan Medlock’un hizmetçisiyim.” dedi sert bir tavırla. “O da Bay Craven’ın. Ama buradaki işleri yapıp size biraz göz kulak olacağım. Gerçi pek de öyle göz kulak olunacak bir hâliniz yok.”
“Beni kim giydirecek?” diye sordu Mary.
Martha doğruldu ve Mary’ye baktı. Şaşırdığı zamanlarda yayvan Yorkshire aksanıyla konuşurdu.
“Sen gendi kiyinemiyon?” dedi.
“Ne diyorsun? Anlamıyorum senin dilini.” dedi Mary.
“Ay! Unutmuşum.” dedi Martha. “Bayan Medlock dikkatli olmam için uyarmıştı, yoksa dediklerimi anlayamazmışsınız. Yani kendiniz giyinemiyor musunuz?”
“Hayır.” diye cevapladı Mary, biraz kızarak. “Hayatımda hiç kendim giyinmedim. Tabii ki beni Ayah’ım giydiriyordu.”
“Madem öyle.” dedi Martha, görünüşe göre ne kadar cüretkâr olduğunun farkında değildi. “Öğrenme vakti gelmiş demektir. Erken yaşta öğrenmek lazım. Ben başınızda beklerim. Annem hep derdi, ‘Zengin çocukları dadılarla büyüyor, yıkanıyor, giydiriliyor, yavru köpeklermiş gibi yürüyüşe çıkarılıyor, bunlar nasıl oluyor da aptal olmuyorlar.’ diye.”
“Hindistan’da öyle değil.” dedi Küçük Hanım Mary kibirle. Tahammülü kalmamıştı.
Fakat Martha hiç etkilenmemişti.
“Ya! Farklı olduğunu anlayabiliyorum.” diye yanıt verdi sevecen bir sesle. “Orada saygın beyaz insanlardan çok siyahiler varmış. Hindistan’dan geleceğinizi duyduğumda ben sizi de siyahi zannetmiştim.”
Mary yatağında öfkeyle doğruldu.
“Ne!” diye bağırdı. “Ne! Beni yerli mi zannettin? Seni… Seni domuzun evladı seni!”
Martha bakakaldı, sinirlenmiş gibiydi.
“Siz kime isim takıyorsunuz bakalım?” dedi. “Bu kadar hiddetlenmenize gerek yok. Bir hanımın ağzına yakışacak laflar değil bunlar. Benim siyahilerle bir alıp veremediğim yok. Dinî yazıları okursanız ne kadar dindar olduklarını görürsünüz. Siyahilerin birer insan ve birer kardeş olduğu yazar. Daha önce hiçbir siyahi görmemiştim ve bir tanesini yakından tanıma fırsatım olacak diye sevinmiştim. Bu sabah ateşi yakmaya odanıza gelince yatağınıza yaklaşıp size bakmak için yorganı dikkatle kaldırdım. Sizi bir gördüm, hayal kırıklığına uğradım, benden daha siyah değildiniz, hatta sapsarıydınız.”
Mary öfkesini ve aşağılama dürtüsünü kontrol etmeye kalkmadı bile.
“Beni yerli mi zannettin! Bu ne cüret! Sen yerliler hakkında ne bilirsin ki! Onlar insan falan değil, onlar önünde eğilmek zorunda olan hizmetçiler. Hindistan hakkında hiçbir fikrin yok. Senin zaten bir şey bildiğin de yok!”
Mary, kızın umarsız bakışları karşısında o kadar öfke ve umutsuzlukla dolmuştu ki kendini birden son derece yalnız hissetti, kendisinin anladığı ve kendisini anlayan her şeyden çok uzakta gibiydi, yüzünü yastıklara gömdü ve hıçkırarak ağlamaya başladı. O kadar kontrolsüzce hıçkırıyordu ki iyi huylu Yorkshirelı Martha biraz korkmuş ve kız için çok üzülmüştü. Yatağın yanına gidip ona doğru eğildi.
“Ah! Böyle ağlamayın ama!” diye yalvardı. “Hem de hiç. Güceneceğinizi bilemedim. Ben zaten ne bilirim ki…