Gizli Bahçe. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
kadar tuhaf ve sessiz.” dedi. “Sanki kulübede yılanla benden başka kimse yok.”
Hemen ardından avluda ve sonrasında verandada ayak sesleri duydu. Bunlar erkek ayak sesleriydi, adamlar kulübenin içine girip kısık sesle konuşmaya başladılar. Onları ne karşılayan ne de onlarla konuşan birileri vardı. Kapıları açıp odaları kolaçan ediyor gibiydiler.
“Şu hâle bak!” dediğini duydu bir sesin. “O dünyalar güzeli, güzelim kadıncağız! Sanırım çocuk da var. Bir de çocuk olduğunu duydum ama kızı gören olmamış.”
Adamlar, birkaç dakika sonra kapıyı açtıklarında Mary çocuk odasının ortasında dikilmiş duruyordu. Çirkin, huysuz bir ufaklığa benziyordu, acıkmaya başladığı ve kendini ihmal edilmiş hissettiği için kaşlarını çatmıştı. İçeri ilk giren adam daha önce babasıyla konuşurken gördüğü şişman bir subaydı. Yorgun ve bıkkın görünüyordu ama onu görünce öyle irkildi ki neredeyse geri sıçradı.
“Barney!” diye haykırdı. “Burada bir çocuk var! Tek başına! Hem de böyle bir yerde! Tanrı’m, kim bu kız?”
“Ben Mary Lennox.” dedi küçük kız, dimdik duruşuyla. Adamın babasının kulübesine “Böyle bir yer!” demesini çok kaba bulmuştu. “Herkes kolera olunca ben de uyuyakaldım ve daha yeni uyandım. Neden gelen giden olmadı?”
“Kimsenin görmediği çocuk bu!” dedi adam, arkadaşlarına dönerek. “Belli ki unutmuşlar!”
“Neden unutulacakmışım?” dedi Mary, ayağını yere vurarak. “Neden kimse gelmiyor?”
Adı Barney olan adam ona kederli gözlerle baktı. Mary onun gözyaşlarını tutmak için gözlerini kırpıştırdığını düşündü.
“Zavallı çocuk!” dedi adam. “Gelecek kimse kalmadı ki geride.”
Mary’nin geride ne annesi ne de babasının kaldığını öğrenmesi tuhaf ve ani olmuştu; ikisi de ölmüş ve gece evden götürülmüşlerdi, ölmeyen birkaç yerli hizmetkâr da evi olabildiğince hızlı terk etmiş, kimsenin aklına Küçük Sahibe’nin de olduğu gelmemişti. Ortalık bu yüzden o kadar sessizdi. Gerçekten de kulübede kendisi ve yılandan başka kimsecikler yoktu.
II. BÖLÜM
KÜÇÜK HANIM MARY PEK ÇOK AKSİ
Mary annesine uzaktan bakmayı çok severdi ve onun çok güzel olduğunu düşünürdü ama onun hakkında çok az şey bildiği için onu sevmesi veya o öldükten sonra onu pek de özlemesi beklenemezdi. Onu özlemiyordu da hem zaten bencil bir çocuk olduğu için her zaman olduğu gibi kendinden başkası ile ilgilenmiyordu. Yaşı daha büyük olsaydı koca dünyada tek başına bırakıldığı için son derece öfkeli olurdu ancak henüz yaşı küçük olduğu ve her daim ona bakan birileri olduğu için bunun hep böyle süreceğini düşünüyordu. Düşündüğü tek şey iyi insanların yanına gidip gitmediği, kimlerin ona karşı nazik olacağı, Ayah’ı ve diğer yerli hizmetkârlar gibi onu kendi hâline bırakıp bırakmayacaklarıydı.
İlk önce götürüldüğü İngiliz rahibin evinde kalmayacağını biliyordu. Kendisi de orada kalmak istemiyordu. İngiliz rahip fakirdi ve neredeyse aynı yaşta olan beş çocuğu vardı ve hepsinin üstü başı yırtık pırtıktı, sürekli birbirleri ile dalaşıyorlar ve birbirlerinden oyuncak aşırıyorlardı. Mary onların dağınık kulübelerinden nefret etmişti ve onlara o kadar huysuzluk etmişti ki daha iki gün olmadan hepsi onunla oynamaktan vazgeçti. Çocuklar ikinci gün onu çılgına çeviren bir lakap takmışlardı bile.
İsim ilk Basil’in aklına gelmişti. Basil arsız, mavi gözlü, kalkık burunlu bir küçük çocuktu ve Mary ondan nefret ediyordu. Mary, koleranın patlak verdiği gün olduğu gibi bir ağacın altında kendi kendine oynuyordu. Topraktan tepecikler ve yollar yaparken Basil geldi ve dikilip onu izlemeye başladı. Oynadığı oyun ilgisini çekti ve birden bir öneride bulundu.
“Neden şuraya bir taş yığını koyup kayalık bahçeymiş gibi yapmıyorsun?” dedi. “Bak, tam şu ortaya!” diyerek eğilip parmağıyla gösterdi.
“Git başımdan!” diye bağırdı Mary. “Erkekleri istemiyorum. Git dedim sana!”
Basil bir anlığına sinirlenir gibi oldu ama sonra onunla dalga geçmeye başladı. Kız kardeşleriyle hep dalga geçerdi. Etrafında dönerek dans etti, yüzünü şekilden şekle sokup şarkılar söyledi ve kahkahalar attı.
Küçük Hanım Mary, pek çok aksi,
Bu bahçe nasıl büyür ki?
Çan çiçeği, boru çiçeği,
Bir de üstüne kadife çiçeği,
Nasıl olacak şimdi?
Basil diğer çocuklar duyup da kahkahalar atana kadar sürdürdü şarkısını; Mary aksileştikçe onlar “Küçük Hanım Mary, pek çok aksi.” diye şarkı söylemeyi sürdürdüler. Daha sonrasında kendi aralarında ondan bahsederken ve hatta kendisiyle de konuşurlarken ona hep “Küçük Hanım Mary, pek çok aksi.” diye hitap ettiler.
“Eve gönderileceksin.” dedi Basil. “Bu haftanın sonunda. O kadar mutluyuz ki!”
“Ben de çok mutluyum.” diye cevap verdi Mary. “Ev neredeymiş?”
“Evinin nerede olduğunu bilmiyor!” dedi Basil, yedi yaşında bir çocuğun küstahlığıyla. “İngiltere’de tabii ki. Büyükannemiz orada yaşıyor, geçen sene kız kardeşimiz Mabel’i gönderdiler onun yanına. Sen büyükannenin yanına gönderilmeyeceksin ama. Senin büyükannen falan yok. Sen eniştenin yanına gideceksin. Adı Bay Archibald Craven.”
“Onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum ki.” diye çıkıştı Mary.
“Bilmediğini biliyorum.” dedi Basil. “Sen ne bilirsin ki zaten? Kızlar hiçbir şey bilmez. Babamla annem konuşurlarken duydum. Taşrada kocaman, büyük, ıssız bir evde yaşıyormuş ve kimsecikler onun yanına yanaşamıyormuş. O kadar aksi biriymiş ki kimsenin kendisine yaklaşmasına izin vermiyormuş, zaten istese de kimse ona yanaşmazmış. Kambur ve korkunç biriymiş.”
“Sana inanmıyorum.” dedi Mary ve arkasını dönüp kulaklarını parmaklarıyla tıkadı çünkü onu daha fazla dinlemek istemiyordu.
Fakat daha sonra konu üzerine bir hayli düşündü; Bayan Crawford o gece ona birkaç gün içinde gemiyle İngiltere’ye, Misselthwaite Malikânesi’nde yaşayan eniştesi Bay Archibald Craven’ın yanına gönderileceğini söylediğinde, kız o kadar donuk ve ilgisiz bir ifadeyle bakmıştı ki onun hakkında ne düşüneceklerini bilemediler. Ona şefkatli davranmaya çalıştılar ama Bayan Crawford onu öpmeye kalkınca kafasını çevirdi ve Bay Crawford onun sırtını sıvazladığında kaskatı durdu.
“Ne kadar ruhsuz bir çocuk.” dedi Bayan Crawford daha sonra acıyarak. “Annesi de öyle tatlı bir kadıncağızdı ki. Çok da iyi huyluydu, Mary de ömrümde gördüğüm en sevimsiz çocuk. Çocuklar ona ‘Küçük Hanım Mary pek çok aksi’ diyorlar. Gerçi o bizim çocukların yaramazlığı ama onları da anlamak lazım.”
“Kim bilir belki de annesi o güzel yüzünü ve güzel huylarını kızın odasına daha çok taşısaydı Mary de onlardan biraz nasibini alırdı. O zavallı güzel kadının ölmesi ve birçok insanın onun bir çocuğu olduğunu bilmemesi çok acı.”
“Eminim annesi onun yüzüne neredeyse hiç bakmamıştır bile.” diye iç geçirdi Bayan Crawford. “Ayah’ı ölünce zavallıcığı düşünecek kimsecikler kalmamıştır. Etrafta koşuşturan ve onu oracıkta yalnız bırakan hizmetkârları bir düşünsene. Albay McGrew kapıyı açıp kızı odanın ortasında öylece