Gizli Bahçe. Фрэнсис Элиза Ходжсон Бёрнетт
sana bildirilecektir. Yeterince bahçe var. Ama evin içine girdiğin anda ortalıkta dolanıp oraya buraya burnunu sokmak yok. Bay Craven’ın öyle şeylere tahammülü yoktur.”
“Zaten ben de hiçbir şeye burnumu sokmak istemem.” dedi huysuz küçük Mary ve tam Bay Archibald Craven’a üzülmeye başlamışken bundan vazgeçti ve onun başına gelenlerin hepsini hak edecek kadar aksi bir adam olduğunu düşünmeye başladı.
Yüzünü kompartımanın camına çevirdi ve sonsuza kadar sürecek gibi görünen gri yağmur fırtınasını seyretmeye koyuldu. Fırtınayı o kadar uzun süredir ve o kadar kıpırtısız izliyordu ki grilik gözlerinin önünde büyüdü, büyüdü ve sonra uyuyakaldı.
III. BÖLÜM
BOZKIR BOYUNCA
Mary uzunca bir süre uyudu ve uyandığında Bayan Medlock ona istasyonların birinden öğle yemeği almıştı. Birlikte biraz tavuk, rozbif, tereyağlı ekmek yiyip, çay içtiler. Yağmur iyiden iyiye şiddetlenmişti ve istasyondaki herkesin üzerinde sırılsıklam olmuş, pırıl pırıl parlayan su geçirmez yağmurluklar vardı. Kondüktör, kompartımandaki lambaları yakınca Bayan Medlock çayının, tavuğunun ve rozbifinin tadını daha iyi çıkarabildi. Kadın karnını iyice doyurunca uykuya daldı. Mary oturup Bayan Medlock’u ve onun yana kayan ince başlığını seyrederken, cama vuran damlaların ninnisiyle kendisi de bir kez daha uyuyakaldı. Tekrar uyandığında hava oldukça kararmıştı. Tren bir istasyonda durmuştu, Bayan Medlock onu sarsarak uyandırdı.
“Amma da uyudun!” dedi. “Uyanma vakti geldi! Thwaite İstasyonu’na vardık. Daha önümüzde uzun bir yol var.”
Mary ayağa kalkıp gözlerini açık tutmaya çalışırken Bayan Medlock onun eşyalarını toparlıyordu. Küçük kız ona yardım etmeyi teklif dahi etmedi çünkü Hindistan’da yerli hizmetkârlar sürekli onun arkasını toparlayıp eşyalarını taşıdıklarından, bu onun için gayet normal bir şeydi.
İstasyon küçüktü ve görünüşe göre trenden onlardan başka kimse inmemişti. İstasyon şefi Bayan Medlock ile kaba bir sesle ama kibar bir havayla konuşuyordu. Kelimeleri Mary’nin sonradan Yorkshire aksanı olduğunu öğreneceği tuhaf bir şekilde telaffuz ediyordu.
“Bakıyorum da dönmüşsünüz.” dedi. “Küçüğü de yanınızda getirmişsiniz.”
“Evet, bu o.” diye yanıtladı Bayan Medlock, omuzunun üzerinden Mary’yi işaret ederek. Kendisi de Yorkshire aksanı kullanmaya başlamıştı. “Sizin hanım nasıl?”
“İyice. Araba sizi dışarıda bekliyor.”
Dışarıdaki küçük platformun önünde bir fayton bekliyordu. Mary arabanın gayet şık olduğunu ve onu arabaya bindiren uşağın da gayet şık olduğunu düşündü. Adamın uzun, su geçirmez paltosu ve şapkasının su geçirmez kapüşonu yağmurdan parlıyor ve üzerinden, her şeyin hatta iri yarı istasyon şefinin bile üzerinden süzüldüğü gibi damlalar süzülüyordu.
Uşak kapıyı kapatınca arabacı ile birlikte arabaya bindi ve yola koyuldular. Küçük kız kendini minderlerle bezeli bir köşede rahatça otururken buldu ama bir kez daha uyumaya hiç niyeti yoktu. Pencereden dışarıyı izliyor, Bayan Medlock’un bahsettiği tuhaf yere giderken yolda gördüğü her şeye merakla bakıyordu. Asla ürkek bir çocuk değildi ve korktuğu söylenemezdi ama neredeyse çoğunun kilitli olduğu yüz odalı bir evde hem de bozkırın kıyısında bir evde bulunmanın neye benzediğini bilemiyordu.
“Bozkır ne demek?” diye sordu birden Bayan Medlock’a.
“Pencereden dışarı bak, on dakika sonra görürsün.” diye yanıtladı kadın. “Malikâneye varmadan önce Missel Bozkırı boyunca altı kilometre kadar yol alacağız. Gecenin karanlığında pek bir şey anlaşılmaz ama yine de bir şeyler görebilirsin.”
Mary başka bir soru sormadan gözlerini pencereye dikip çekildiği köşenin karanlığında bekledi. Faytonun ışıkları biraz ileriye ışık hüzmeleri yayıyor, böylece Mary yanlarından geçtikleri yerleri biraz görebiliyordu. İstasyondan ayrıldıktan sonra küçük bir kasabanın içinden geçtiler, Mary beyaza boyalı evler ve bir meyhanenin ışıklarını gördü. Sonra bir kilisenin ve kilise papazının evinin yanından, ardından oyuncaklar, şekerler ve satılık eşyalarla dolu küçük vitrinli bir dükkânın yanından geçtiler. Sonra ana yola çıktıklarında çalılar ve ağaçları gördü. Onlardan sonra da uzunca bir süre, en azından ona uzun gibi gelmişti, değişik hiçbir şey görmedi.
Sonunda atlar daha yavaş gitmeye başladılar, sanki bir tepeyi tırmanıyor gibiydiler ve artık ortalıkta ne çalı ne de ağaç vardı. Hiçbir şey göremiyordu, her iki tarafı da zifirî karanlıktı. Tam öne doğru eğilip yüzünü pencereye doğru uzatırken fayton şiddetle sarsıldı.
“Ah! İşte bozkıra vardık.” dedi Bayan Medlock.
Fayton, çalılıklar ve alçak bitkilerin arasından geçen çetin bir yolu sarı ışıklarıyla aydınlatıyordu. Önlerinde ve çalıların ardında yoğun bir karanlık vardı. Rüzgâr şiddetleniyor, tekdüze, yabani ve alçak hışırtılar çıkarıyordu.
“Burası… Burası deniz değil, değil mi?” dedi Mary, yol arkadaşına bakarak.
“Hayır, değil.” diye yanıtladı Bayan Medlock. “Tarla da değil, dağlık arazi de değil, yalnızca kilometrelerce genişliğinde, süpürge otu, karaçalı ve katırtırnağından başka hiçbir bitkinin yetişmediği, vahşi midilliler ve koyunlardan başka hiçbir canlının yaşamadığı yabani bir arazi.”
“Sanki denizmiş gibi geldi bana, sanki şuralarda su varmış gibi.” dedi Mary. “Sanki deniz varmış gibi sesler geliyor şimdi.”
“Çalıların arasından esen rüzgârın sesi o.” dedi Bayan Medlock. “Bana göre yeterince kasvetli bir yer burası ama buraların seveni de çok, özellikle de süpürge otları çiçek açınca.”
Karanlığın içinden yol almaya devam ettiler, yağmurun durmasına rağmen rüzgâr devam ediyor ve ıslıklar çalarak garip sesler çıkarıyordu. Yol bir yukarı bir aşağı ilerliyor, fayton çoğu zaman altından suların coşkuyla gürül gürül aktığı küçük bir köprünün yanından geçiyordu. Mary’ye yol sanki hiç bitmeyecek gibi gelmişti, rüzgârlı bozkır sanki sonsuz ve karanlık bir okyanusun ortasından geçen ipince kuru bir toprak gibiydi.
“Hiç sevmedim.” dedi Mary kendi kendine. “Hiç hoşuma gitmedi.” dedi ve ince dudaklarını iyice birbirine bastırdı.
Bir ışık görebildiğinde atlar bir tepeyi tırmanıyorlardı. Bayan Medlock da ışığı görünce derin bir iç geçirdi.
“Ah! Çok şükür şu kırpışan ışığı gördük sonunda.” diye haykırdı. “Bu ışık müştemilat penceresinden geliyor. Birazdan oturup bir yorgunluk çayı içeriz artık.”
“Birazdan.” demişti ama fayton bahçe kapısından geçtikten sonra daha iki buçuk kilometre yolları vardı ve ağaçlar -neredeyse faytonun üzerine değiyorlardı- yolun uzun ve karanlık bir dehliz gibi görünmesine sebep oluyordu.
Kemerin altından geçip bir açıklığa vardılar, son derece uzun ama alçak yapılmış ve taştan bir avlunun etrafını sarıyormuş gibi görünen bir evin önünde durdular. İlk başta Mary pencerelerde hiç ışık olmadığını düşündü ama faytondan inince üst kattaki köşe odalardan birinde cılız bir ışık yandığını gördü.
Giriş kapısı, tuhaf şekilli meşe panellerle kaplı, üzerinde kocaman demir çiviler olan ve büyük demir çubuklarla bağlanmış devasa bir kapıydı. Kapı çok büyük bir salona açılıyordu ve salonun aydınlatması o kadar loştu ki Mary duvara asılı portrelerdeki