İnsanlar Maymun muydu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar
kabil olmadı. Çünkü kollarımız arkalarımıza çemrenmişti. Şöylece gözlerimizi kaldırıp da bir de omzumuza doğru baktık ki ne görelim… Yukarıdan aşağı kapkara, boynuzlu, korkunç iki şeytanın elindeyiz. Bildiğimiz ne kadar şeytan kaçıran dua varsa okumaya başladık. Hiç bana mısın demedi. Biz onu cezalandıralım derken, tuzağına düştüğümüz asıl büyük şeytan, sözüm ona Feylesof Mualla, yardakçılarının kollarında kıvrandığımızı gördükçe, uğursuz ağzından, gecenin karanlıklarına kahkahalar saçarak insan elbisesinden soyunuyordu. Paltosunu, ceketini, yeleğini, pantolonunu hep üzerinden birer birer attı. Bu soyunma sırasında etrafa avuç avuç alevler saçıyordu. O aydınlığın yardımıyla şeytanların kırmızı dillerini, boynuzlarını iyiden iyiye görüyorduk. Meğerse Feylesof Mualla, adam şeklinde, insanları baştan çıkarmaya gelmiş aleyhüllane azılı bir şeytanmış. Kitabullaha olan imanımızı bozmak için Hazreti Âdem’e maymunluk iftirasıyla fitneye başlamış. Maazallah çoklarımızı küfre batırmayı becermiş ve bize: ‘Sizin tapındığınız Allah göklere karışır. Yeryüzünün Allah’ı benim. Bana tapacaksınız!’ diye, haşa sümme haşa birçok abuk sabuk şeyler savurdu. Bizi, kendine secde ettirdi.”
Boyalı adamın anlattıkları epeyce düzelmişken, sona doğru yine zıvanadan çıkmış olması, muavin beyi düşündürmeye başladı. Acaba bu adamlar akılları kâh gelip kâh giden takımdan mıydılar?
Dayanamayarak sordu: “Yüzlerinizi nasıl boyadılar?”
“Arz edeceğim efendim, oraya geliyorum. Feylesofun şeytanlığını gözümüzle gördükten sonra bize ne efsun okuduklarını bilemiyoruz, kendimizi tamamıyla kaybetmişiz. Sanki biz bu dünyada hiç yokmuşuz… Sabahleyin bu ağır uykudan uyandığımız zaman, yüzlerimiz boyalı ve ceplerimizde iri birer şişe şarapla kendimizi viranelikte bulduk.”
“Birer şişe şarap mı?”
İkisi de ceplerinden şişeleri çıkarmaya uğraşarak: “Evet efendim…”
“Bu şaraplardan içtiniz mi?”
“Dinimiz, şarabı şiddetle haram etmiştir. Katresini ağza almak değil, kazara bir tarafımıza damlatmış olsak, orayı bıçakla oyup çıkarırız.”
Muavin bey: “Üzüm suyundan bu kadar nefret edersiniz demek?”
Enis Buharî: “Din-i mübinimiz böyle buyurmuştur.”
Muavin bey: “Bu derece mekruh olan, haram saydığınız bir şeyi neden üzerinizde taşıyorsunuz?”
İki dindar adam birbirinin yüzüne bakarak bir iki yutkunduktan sonra Enis Buharı şu karşılığı bulabildi: “Efendim, bizi bu hâle koyan şeytanlar, kim olduklarına dair ortada hiçbir ipucu bırakmadan gözlerden kayboldular. Polis bu iş için araştırmaya kalkışırsa yüzlerimizdeki kara boyanın tahliliyle belli olacak çeşidi, şarabın şişesi, yaftası, içindeki madde hep bunlar hakikati anlamak için birer ipucu olabilir.”
Muavin bey: “Çok defa saçmalıyor, ara sıra da pek doğru söylüyorsunuz.”
Enis Buharî: “Hayır efendim, hiçbir zaman saçmalamıyoruz. Söylediklerimiz harfi harfine hakikattir.”
Muavin bey: “Sizi taş atmaktan alıkoyan şeytanların kollarınızdan tutmuş olmaları ve sonra Feylesof Mualla Efendi’nin alevler saçarak insan kıyafetinden soyunup da kapkaranlık, boynuzlu bir şeytan oluvermesi, hakikat çerçevesine sokulabilecek vakalardan değildir.
Enis Buharî: “Efendim, görünüşte öyledir, fakat ne yapalım ki hakikat budur. Polis, sözlerimizi esas tutarak araştırmaya başlarsa belki ehemmiyetli şeyler bulabilir.”
18
Anlatılan şeylerin akla yakın gelen taraflarını derinleştirmek suretiyle akıl almayan taraflarını keşfe yol açmak gerekiyordu. Muavin bey bu garip işin kahramanları, iki eski vaizin mahallelerinden tahkikata girişti. İkisinin de fazla mutaassıp olmaktan başka akıl ve ahlakça bir düşkünlükleri olmadığı anlaşıldı.
Sonra işin karanlık tarafına geçildi. Gece vakti sokak ortasında Mualla Efendi, insan kıyafetinde soyunup da alevler saçarak nasıl boynuzlu bir şeytan oluvermişti? Çok uğraşıldı. Fakat bu cihetten, zihinleri meraktan kurtaracak bir noktaya erişilemedi.
Şeytanlar gece yarısı ıssız mahallerde hocalara o komedyayı oynarlarken, Feylesof Mualla Lahuti Efendi’nin o akşam ve o saatlerde evinden çıkmadığı ve mahalleden bazı ahbabıyla sohbet ve muhabbet üzere bulunduğu pek kuvvetle ispat olunuyordu. Demek ki, Feylesof Mualla adına bu komedyayı başkaları oynamışlardı. Bunlar kimlerdi? İnsan mı? Şeytan mıydılar?
Tahkikatın iyice bu sona ermiş olmasından, zavallı feylesof yine kârlı çıkamadı. Her hadisenin iki tarafı vardır. Hakikat ve halk tarafları. Hakikat ne kadar açık olsa, halkın hoşuna gitmez. Vakanın dışını içine çevirerek ona büsbütün başka bir şekil vermek isterler. Bu şeytanlar oyunu da öyle oldu. Halk, araştırmanın tersine olarak herkes şimdi feylesofun, insan ve şeytan olarak iki kişiliği olduğuna ve istediği vakit birinden çıkıp ötekine girebildiğine inanmaya başladı. Biçarenin şimdi maymunluk soysuzluğuna bir de şeytanlık habisliği katıldı.
Mahalle karılarının ağızlarında vaka sakız oldu. Artık şöyle çalkanıyordu:
“Ayol duydunuz mu? Meğerse herif istediği zaman insan, istediği zaman şeytan oluyormuş… Rabb’im şerrinden saklasın. Geceleri üç Ayetelkürsi, bir Elham okuyup da o tarafa üflemedikçe yatmıyorum.”
“Bu feylesof için derin okumuş diyorlar. Bilmiyor musunuz? Şeytan, gökyüzünde meleklerin hocası değil miydi? O, ilmiyle şeytan, Allah’a bile karşı koydu. Pabucu Büyük’ün vaazında bunu kaç defa dinledim.”
“Yağlıkçı’nın kızı için ‘Şeytana uydu!’ diyorlar. Raife’yi bu herif mi azdırdı?”
“Şüphesiz. Buralarda en yakın şeytan o. Uzaktakilerin gelmelerine ne hacet…”
“Geçenlerde ihtiyar Sabire Hanım su çekerken ip kopmuş, kovayı kuyuya düşürmüştü. Çengeli getirmiş. Kovayı çıkarmaya uğraşırken haydi tepesi aşağıya kuyuya gitmiş. Bereket versin ki bu kazayı pencereden komşu Hasan Efendi görmüş. Hemencecik konu komşu üşüşmüşler, zavallıyı sırılsıklam dışarıya çıkarmışlar. Taşlara çarpmadan suya düştüğü için Rabb’im saklamış da hatunun bir tarafına bir şey olmamış. ‘Sabire Hanım nasıl oldu da düştün?’ diye sormuşlar. Şu cevabı vermiş: ‘Sanki birisi beni arkamdan kuyuya itti.’ ”
“Hah, işte gördünüz mü, bu şeytan heriften başka onu kim itecek?”
“Hatice Hanım’ın raftaki billur antika kâsesi durup dururken el dokunmadan yere düşmüş, yüz parça olmuş.”
“Doğramacının oğulcuğu altı yaşında Sadık’ın on basamak merdivenden yuvarlanıp da bacağı kırılmadı mı?”
“Köse muhtarın büyük kardeşi Süleyman’ın birdenbire dili tutulmadı mı? Okutmak için nefesi keskin meşhur bir hoca çağırdılar. ‘Bu, neuzübillah, şeytan işidir. Zavallı adam üzerlerine uğramış. Dilini açmak için çok uğraşmak lazımdır.’ dememiş miydi?”
“Hacı Veli’nin beline girdi. Adamcağız ağrıya dayanamıyordu. Hekimler ‘Romatizma!’ dediler. Hocalar ‘Bu, şeytan işi kulunçtur. Erkekli dişili olur. İnsanın vücudunda doğurdukça doğurur!’ hakikatini söylediler.”
“Yusuf Bey’in evinde mangalı devirip de yangın çıkaran kimdi?”
Daha neler de neler! Fırtınada göçen harap evi yıkan da o idi. Doğururken ölen kadının katili de yine o… Yıllardan