Ölüler Yaşıyor mu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar
bilimin kabul edemeyeceği bu garipliklerden ne sonuç çıkarılabilir?”
Orhan: “Teknolojide de akıl kabul etmez gibi görünen çok şey vardır. Örneğin bundan yüzyıl önce Viyana’da verilen bir konserin İstanbul’dan dinlenilebileceği ve pervanesi havada dönen bir taşıtla iklimden iklime hayret verici bir hızla yolcular götüreceği söyleneydi bu masala kim inanırdı?”
Talat Bey: “O başka, bu başka.”
Orhan: “Neden?”
Talat Bey: “Biraz ders görmüş insanlara bugün kara tahta başında radyonun, uçağın ne oldukları anlatılabilir. Ama insaf ediniz, büyücü oyununa ve hokkabazın katakullisine benzeyen sizin ruhlarınızın, perilerinizin, cinlerinizin akla ve teknolojiye yaklaştırılabilecek yanları var mıdır? Büyücü oyununda vaktiyle Zuhuri, bu cin peri cilvelerini iyi karikatürize etmişti. Efetuha, mefetuha, pat… küt…”
Turhan: “Flammarion bunun ancak bir yüzyıl sonra bilim biçimini alabileceğini söylüyor. Ortada böyle bir kuvvet vardır. Bu muhakkak… Bu gizli bir elektrik midir? Ölülerden veya dirilerden çıkan bir akım mıdır? Olayları kuru kuruya inkârda direnmekten ne çıkar? Kendiniz bu garipliklerden birkaçına tanık olsanız, gözlerinizin gördüklerine, kulaklarınızın işittiklerine inanmayarak kendi kendinizi mi yalanlayacaksınız?”
Talat Bey: “Oğlum, siz her zaman böyle söylemiyorsunuz. Ortada henüz keşfolunmamış gizli bir kuvvetten söz edilirse insan bu alanda düşünmeyi pek garip bulmaz. Ama siz kuvvetin bilinmezliği üstüne her zaman aynı kanıyı taşımıyorsunuz. Bu kuvvete açıktan açığa ruh adını vererek masa başına çağırıyor, onlarla bazen çok gülünç dedikodular yapıyorsunuz.”
Orhan: “Ne yapalım? Ruhlar bize bazen gerçekten zihinleri durduracak şeyleri haber veriyorlar. Biz de bu kuvvetin intelligent22 olduğunu kabul zorunda kalıyoruz. Siz bu sırları, bizi inandırarak başka bir biçimde yorumlar ve açıklarsanız kabule hazırız. Ama siz birçok gözün önünde olup biten gerçekleri kökünden inkâr ediyorsunuz.”
Talat Bey: “Sizi kendi silahınızla vurmak, yani kendi belgelerinizi aleyhinize çevirerek boyun eğdirmek için ben de bu eserleri okuyacağım. Ben de sizin masa başındaki halkanıza katılacağım. İki dünya arasında tercümanlık eden bu garip şeylerle ben de konuşacağım.”
Orhan: “Bizi yalnız şöyle böyle müteşekkir değil, cidden minnettar bıraktınız.”
Talat Bey: “Beni ruhlarınıza takdim etmek için kılavuzum olursunuz.”
Orhan Turhan, ikisi birden:
“Memnuniyetle dayıcığım, memnuniyetle…”
XIV
TALAT BEY’İN FLAMMARİON’A KARŞI ÇIKIŞLARI
Ertesi sabah Talat Bey, yeğenlerinin kitaplığından birkaç kitap seçti. Odasına kapandı.
Sayfaları karıştırdıkça gerçekten merak çekici satırlara rastlanıyordu.
Okuduklarından bazılarını özetleyerek aktarıyoruz:
Var olmak veya olmamak, Hamlet’in bu mezarlık sahnesi her gün gözlerimizin önünde tekrarlanıp duruyor. Düşünürün hayatı, ölümün denetlenmesidir.
Eğer varlığı, insanlığı hiçbir şeye götürmüyorsa bu komedya nedir? Gerek ona yüz yüze bakabilelim veya görmemek için başımızı çevirelim, ölüm hayatın en büyük olayıdır. Onu incelemek istemek çocukluk havailiğinden ileri gelir. Zira uçurum önümüzde apaçık duruyor. Bir gün bu amansıza yuvarlanacağız. Mesele iskandil edilmesi 23 imkânsız bir derinliktedir. Ne kadar uğraşsak vakit kaybından başka bir şey elde edemeyiz. Bunun sonunu seçmek yersizdir, yollu bir mazeret ileri sürmek manasız bir korku ve tembelliğin doğurduğu boş bir bahaneden başka bir şey değildir.
Önümüze dikilen bu muazzam soru noktasının karşısında bir cevap istemeden durmak zordur.
Adil bir Allah var mı? O mu bizi yarattı? Yoksa onu bizim zayıf zihinlerimiz mi doğurdu? Kim kimin yaratıcısı, yaratığıdır bazen bilinmiyor. Adalet sözü de insanların uydurduğu boş bir söz müdür? Zavallı insanlık bu haksızlık, bu kötülük yolunda daha ne kadar sendeleyerek bir ışık aramak için yürüyeceksin?
Adalet âşığı büyük kalpli, duygulu adam, kendini yokla. Doğanın, yüreğine iyi eğilimler de koyduğunu bazı bazı duyuyorsun değil mi? Bunlardan faydalanmana engel olan kimdir? Doğa dediğimiz bu heyula da nedir? Onda bir azim, insaflı bir amaç, hayırlı bir erek var mı? Yoksa bu koca evrenin yabancı kaldığı adaletli ve insafla duygulanan yalnız bizim yaralı dimağlarımız mıdır? Titremeler getiren ne büyük muammaların karşısındayız.
Şüphesiz öleceğiz. Hiçbir şey bu kadar kesin değildir. Üzerinde yaşadığımız bu toprak yuvarlağı güneşin çevresinde yüz devir daha yaptıktan sonra sevgili okur, hiçbirimiz bu dünyada bulunmayacağız.
Ölüme karşı dehşetlenmek duygu zayıflığından gelen bir manasızlıktır. Bunda iki ihtimal var: Ölünce ya mahvolup bütün bütün biteceğiz ya da gözlerimizi bu hayata kapadıktan sonra bir ikinci âleme açacağız. Eğer bütün bütün öleceksek hiçbir şey bilmeyecek, yani ölümü hissetmeyeceğiz. Eğer bir ikinci hayata girerek yaşamayı sürdüreceksek mesele inceden inceye araştırılmaya değer bir nitelik alır.
Bir gün bu vücut organlarımız çalışmalarını durdurunca cesedimiz milyonlarca moleküllere dağılacak. Bunlar da bitkisel, hayvansal ve insansal öteki organizmalara karışacaklar. Aynı cesedin ikinci kez dirilişe ulaşması teorisi yani dinlerin bu eski iddiaları artık kabul edilmeyecek hurafeler arasına geçmiştir. Ruhsal düşünce ve cevherimiz maddesel organizmamızın dağılmasından sonra gene sürüp gidecekse biz de ikinci hayata geçmekle sevineceğiz. Böyle olunca o zaman bilinçli hayatımız bu şimdikinden daha ileri, daha yüksek bir biçimde sürecektir demektir. Çünkü yaratılışın doğrudan doğruya gelişme tarihini inceleyebileceğimiz gezegen, ancak üzerinde yaşadığımız bu yeryüzüdür. Ve burada da ilerleme kanununun basitten mükemmele doğru ilerlediğini görmekteyiz.
Ölüm nedir? Şimdiye kadar bu olayı bize açıklamaya çalışan dinlerden, mezheplerden, doktrinlerden hiçbirisi bizi inandırabilecek geniş bir anlatımda bulunamamışlardır; işte bunun için bilmek ihtiyacıyla yanıyoruz. Ve bazıları da doğa kötü hiçbir şey yaratmaz, yapmaz sonucuna gidiyor. Bu ise çok tartışma götürür bir yargıdır.
Düşünen bir fikir sahibi “Öldükten sonra büsbütün mü mahvolacağız?” sorusu önünde kayıtsız kalamaz.
Bu vadide ilk bakışta haklı gibi görünen bazı görüşler de vardır. Öldükten sonra gene yaşamak istememiz bu varlığımıza çocukça bir önem bağlamamızdan ileri geliyor. Büsbütün mahvolmamızı doğa için bir kayıp saymak gafletinde bulunuyoruz. Biz de yaratılışta ihmal edilemeyecek bir sayıdayız. Yaradan’ın bizimle de meşgul olması yerinde bir davranıştır. Bu gibi düşünceler de ileri sürülüyor.
Gerçekten ve hele astronomi bakımından bizim tek olarak varlığımızın değil, bütün insanlığın bile zerre kadar önemi yoktur. Pascal zamanındaki anthropocentrique géocentrique 24 sistemleri inancından yani bütün yıldızlar sisteminin bizim etrafımızda döndüğü ve bütün yaratılışın merkezinin insanlık olduğu gafletlerinden uzağız. Üzerinde yaşadığımız bu dünya nedir? Biz neyiz? Uzayın sonsuzluğu içinde kaybolmuş bir zerrenin üzerinde zerreleriz.
Ama efendim doğa, en küçük şeylerin içine
22
Intelligent: Zeki. (e.n.)
23
İskandil etmek: Bir işin içyüzünü araştırmak, bilgi toplamak. (e.n.)
24
Anthropocentrique géocentrique: İnsanmerkezcilik, yermerkezcilik. (e.n.)