Tepedeki Ev. Чезаре Павезе
pastanelerde bunların muhabbetini edenler vardı. Gallo ile tepelerdeki danslara katılırdık. Memleketimiz aynıydı zaten. Birlikte köy okulu açmaktan söz ederdik; o tarım öğretecekti ben de doğa bilimleri. Bir arsa kiralayıp burayı fidanlığa çevirecek, sonra da bir tarım reformu planı hazırlayacaktı. Ancak Cate’in aramıza nasıl dâhil edildiğini hatırlamıyordum. Kentin girişine yakın, Po Nehri’ne uzanan çimliklerin ucunda bir yerde yaşardı. Gallo’nun bizimkinden farklı bir arkadaş tayfası vardı. Nizza Sokağı’nın ucundaki bir mekânda bilardo oynardı. Bir defasında, birlikte sandalla gezintiye çıkacakken bir bahçeye girip Cate’i çağırmıştı. Yaz geldiğindeyse Cate ile yalnız çıkmaya başlamıştık.
Cate ile bu gezilere çıktığımızda sandalı halatla kıyıya bağlar, çimlere geçer, çalıların arasında oynaşırdık. Başka kadınlarla rahat hissetmezdim ama Cate ile rahattım. Biraz huysuzluğu kaldırabilirdi; tartışmalarda geri adım atmanıza da gerek kalmazdı. Meyhanede içki içmeye benzerdi; önünüze kaliteli içki koymalarını beklemezsiniz ama ne geleceğini de bilirsiniz. Cate oturup ona dokunmama izin verirdi. Sonra birileri görecek diye paniğe kapılırdı. Konuşmakla vakit kaybetmezdik; bu da bana cesaret verirdi. Benden söylememi istediği bir şey ya da vermemi istediği bir söz yoktu. “Oynaşmakla birbirimize sokulup kucaklaşmak arasında ne fark var ki?” diye sorardım bazen ona. Bu nedenle isteksiz olduğumuz bir iki defada birlikte çimlere uzanırdık. Sonra bir gün tramvayla başka bir yere gidip sevişmek için önceden plan yaptık. Bir keresinde buluşur buluşmaz fırtınaya yakalanmış, fırsatımızı kaçırıp randevumuzu ertelemek zorunda kaldığımız için sayıp sövmüştük.
Bir akşam Cate huzur içinde sigarasını içebilmek için koşarak merdivenlerden çıkıp yanıma gelmişti. O gün yatakta daha büyük bir zevkle sevişmiştik. Soğuk, yağmurlu havalarda gelip benimle vakit geçirmekten, kalıp birbirimizle sırlarımızı paylaşarak sohbet etmekten ne kadar hoşlandığını söylemişti. Şakalaşarak kitaplarımı okşayıp koklamış, kimse rahatsız etmeden sabah akşam odamda oturup oturamadığımı sormuştu. Ailesiyle birlikte yaşıyor, altı ya da yedi kişi bahçeye açılan iki odada kalıyorlardı. Yanıma geldiği tek gece oydu. Bunun yerine arkadaşlarımı görmek için geldiğim pastaneye uğramayı yeğlerdi. Ancak Gallo orada olsa da hepimiz onunla konuşsak da huzursuz olduğu belli olurdu. Artık eskisi gibi de gülmüyordu. O zamanlar hislerim konusunda bir kafa karışıklığı içindeydim. Kendimin diyebileceğim bir sevgilim olduğu için gurur duyuyor ama aynı zamanda da bakımsız ve görmemiş bir kadın olduğu için de utanç duyuyordum. Daktiloda yazmayı öğrenmek istediğini, ardından da büyük bir işletmede işe girip hamamda yıkanmaya parası yetebilene dek çalışmak istediğini söylemişti. Bazen sürpriz yapıp ruj alırdım ona; çok mutlu olurdu. İşte o zaman anlamıştım ki bir kadına bakabilir, onu eğitebilir, oturmasını kalkmasını öğretebilirsiniz ama o şık görünümünü oluşturmak için neler yapıldığına bu kadar yakından şahit olunca büyü bozuluyormuş. Elbisesi o kadar yıpranmıştı ki zar gibiydi, kolundaki çantanın da derisi çatlamıştı. Yaşadığı hayat ile amaçları arasındaki o büyük farkı görmek üzücüydü ama o ruju verdiğimde yaşadığı mutluluğu görünce Cate için hissettiğim tek hissin cinsel bir arzu olduğunu kesin olarak anlamıştım. Bazen sevişmelerimiz bile sıkıcı ve zevksiz olurdu. Tatmin olmadığını ve bu kadar cahil olduğunu görmek canımı çok sıkardı. Ara sıra ilerleme kaydettiğini görürdüm ama yine de çocuksu heyecanlara kapıldığı, birden krize girip o inatçı ve saf yüzünü ortaya çıkardığı çok olurdu; bunlar da benim sinirimi bozardı. Ona bir şekilde bağlı olduğumu düşünmek ya da zamanını harcıyor olduğum için ona borçlu olduğumu hissetmek hep içime dert olurdu. Bir akşam istasyon pasajının altında kolundan tutmuş odama çıkması için onu ikna etmeye çalışıyordum. Yazın son günleriydi ve ev sahibesinin oğlu ertesi gün çiftlikten dönecekti; o oradayken eve kadın getirmem mümkün olmayacaktı. Gelmesi için yalvarıp yakarmış, espriler yapmış, aptalı oynamıştım. “Yemem seni.” demiştim. Hiç oralı olmamıştı. “Söz, yemeyeceğim seni.” diye tekrarlamıştım. Bitmek tükenmek bilmeyen bu utanmaları beni çok sinirlendirirdi. Sonra koluma yapışıp, “Yürüyüşe çıkalım.” demişti.
“Sonrasında seni sinemaya götürürüm.” demiştim gülerek. “Param var.”
Buna biraz bozulmuştu. “Seninle paran için buluşmuyorum.”
“Ama ben seninle yatmak için buluşuyorum.” deyivermiştim. İkimizin de yüzü pancar gibi kızarmış, birbirimize dargın dargın bakmıştık. Sonra bunu söylediğim için kendimden utanmıştım. Söyledikten sonra hissettiğim haz ve özgürlük hissi ağır basmamış olsaydı daha sonra yalnız kaldığımda kendime duyduğum öfkeden oturup ağlayabileceğimi hissetmiştim. Cate’in yanaklarından yaşlar süzülüyordu. “Peki öyleyse, gelirim senle.” demişti kısık bir sesle. Sessizlik içinde kapıma kadar geldik. Koluma yapışıp omzuma yaslanarak kapıda durdurdu beni. Sonra geri çekilip “Hayır, sana güvenmiyorum.” diyerek kolumu çimdikleyip kaçıverdi.
O akşam onu son görüşümdü. Geri geleceğini düşündüğüm için kaygılanmayı gereksiz bulmuştum. Gelmeyeceğini anladığımda ise bana karşı sergilediği o sert tavır nedeniyle hissettiğim üzüntü çoktan yok olmuştu. Gündemimi yeniden Gallo ile diğer arkadaşlarım oluşturmaya başlamıştı. Kısacası insanın yarasını iyileştirirken duyduğu o hazla yaşamın tadını çıkarmaya, daha sonra bende alışkanlık hâline gelecek olan fırsatları bilerek ve isteyerek tepme huyumdan zevk almaya başlamıştım bile. Gallo dahi artık sözünü etmiyordu; edecek zamanı yoktu çünkü. Afrika cephesine subay olarak atanmıştı; böylelikle onu bir süre görmeyecektim. O kış onun tarım ve köy okulu planlarını unutuvermiştim. Tam bir şehirli olmuştum, sürdüğüm yaşamdan çok memnundum. Birçok insanın evini ziyaret ediyor, siyaset konuşuyor, tanıştığım yeni zevklerden haz alıyor, daha büyük maceralara atılıp işin içinden zarar görmeden çıkıyordum. Bilimsel çalışmalara atılıyordum. Yeni insanlarla görüşüp meslektaşlarımı tanıyordum. Birkaç ay sıkı çalışıp kendime bir gelecek hayal etmeye başlamıştım. Belirsizliğin üzerimize çöken gölgesi, çevremdeki insanların heyecanı, çıkması an meselesi olan savaşın korkusu günlerimizi daha da heyecanlı, atıldığımız maceraları daha da anlamsız kılıyordu. İnsan bir bakıyordu kendini bu heyecana kaptırıvermiş, sonra tekrar kendine gelivermişti. Hiçbir şey olmuyordu ama herkeste bir beklenti vardı. Kim bilir, belki yarın bir değişiklik olacaktı…
Ancak şimdi birçok değişiklik yaşanıyordu, savaş başlamıştı. Tüm akşam benim zavallı ev sahibeleri huzur içinde mışıl mışıl uyurken lambanın altında oturup bunları düşündüm. Tepelerde herkes sağ salim evlerine sığınmışken, kapı aralıklarından ışık sızmadığı sürece hava saldırısı sirenlerinin ne anlamı vardı ki? Cate de herkes gibi ormandaki evinde uyuyor olmalıydı. Geçmişte ona yaptıklarım hâlâ aklına geliyor mudur? O yaşananlar dün gibi aklımdaydı. Bu karşılaşmamızın kısa sürmesi ve karanlığın içinde olması beni rahatlatmıştı.
Sonraki birkaç gün boyunca, Torino’da işe gidip eve dönerken, bir yandan da Belbo ile konuşurken hâlâ bunları düşünüyordum. Bir gün yine meyve bahçesine inmiştim ki tekrar sirenlerin sesi işitildi. Uçaksavar ateş etmeye başladı. Bombaların şiddetiyle sarsılan odamıza çekildik hepimiz. Patlamalardan saçılıp çevreye ıslıklar eşliğinde düşen parçalar ağaçların arasından işitilebiliyordu. Elvira tir tir titriyordu, ihtiyar annesi ise sessizliğe bürünmüştü. Ardından önce motorların gürültüsü, peşinden de başka patlamalar duyuldu. Odanın penceresi hiç sönmeyen kıpkırmızı bir ışıkla parlıyordu; içeri kör eden, alevleri andıran bir ışık saçılıyordu. Saldırı bir saatten fazla sürdü. Son patlamalar işitilirken dışarı çıktık. Gözlerimizin önünde Torino’nun