Tepedeki Ev. Чезаре Павезе
ev yıkılmış, herkes ölmüştü.
“O akşam seni üzdüm mü, Cate?” diye sordum.
Bana baktı. Anlamını çözemediğim bir gülümseme belirdi dudaklarında. Nezaketen tekrar sordum: “Evli misin, değil misin?”
Sessizce başını salladı.
“Benden daha hovardalar da varmış.” diye düşündüm. “Oğlan senin çocuğun mu?” diye sordum.
“Öyleyse ne olacak?” diye yanıtladı.
“Utanmıyor musun peki?”
Eskiden yaptığı gibi omuz silkti. Güldüğünü sandım ama boğuk, kısık bir sesle, “Konuyu kapatalım artık Corrado. Daha fazla konuşmak istemiyorum. Bu arada, sana hâlâ Corrado diye hitap edebilir miyim?” dedi.
Bunu duyunca üzüntüm biraz azaldı. Cate’in benle tekrar yüz göz olmak istemediğini fark ettim. Ne de olsa kendisine ait bir yaşamı vardı, bu da ona yetiyordu. Eski günlerdeki gibi tutku ile utanç arasında kalıp bu hislerini dışa vurmasından korkuyordum aslında.
“Şapşal.” dedim. “İstediğin gibi hitap edebilirsin.”
Belbo yanıma sokuldu. Elimi boynuna attım. O an herkes çene çalarak bağıra çağıra evden çıkıp geldi.
V
Haziran sona erdi. Okullar kapalıydı; ben de tüm vaktimi tepede geçiriyordum. Güneşin altında ağaçlı yokuşlarda dolanıp durdum. Le Fontane meyhanesinin arkasında geniş tarlalar ile üzüm bağları vardı. Oralara sık sık gider, korunaklı çukurlarında yabani çiçek ve yosun arayışına çıkardım, tıpkı çocukken bitkileri araştırıp bilimini çalışırken büyük bir hevesle yaptığım gibi. Kenarlarında sinsice yabani bitkilerin büyümeye başladığı sürülmüş tarlaları, köşklere ve bahçelere yeğlerdim. Le Fontane ormanın kenarında bulunduğundan yeri benim için çok uygundu. Sabahları da akşamları da Cate ile karşılaştığım olurdu ama kendimiz hakkında konuşmazdık. Zamanla Fonso’yu ve çevredeki diğer adamları tanımaya başladım.
Fonso ile şakalaşıp didişirdik. Henüz genç bir oğlandı; on sekizine dahi basmamıştı. “Söz konusu savaş olunca buna hepimiz dâhiliz.” dedim. “Sen yirmine, ben de kırkıma basınca çağıracaklar bizi. Sicilya’da nasıl ayakta durduğumuzu sanıyorsun?”
Fonso bir mühendislik firmasında getir götür işlerine bakıyordu. Her akşam annesi ve kız kardeşiyle gelir, sonra bisikletine atlayıp yanımızdan ışık hızıyla ayrılırdı.
Esprili ve alaycı üslubu olan bir gençti. Çok çabuk heyecana kapılıyordu.
“Sana söz: Beni çağırırlarsa gittiğim yeri havaya uçuracağım.” dedi.
“Sen de aynısın. Savaşın etkilerine maruz kalınca diğerlerinden bir farkın kalmayacak. İnsanlar anca kendi canı yanınca uyanıyor.”
“Savaşa çağrılan tüm delikanlılar sadece kendilerini uyandırmakla kalsalar fena olmazdı aslında.” dedi Fonso.
Fonso geçen yıl gittiği akşam okulunda istatistiğe, gazetelere ve güncel gelişmelere ilgi duymaya başlamıştı. Torino’da çalıştığı yerde Fonso’nun gözünü açan birileri vardı galiba. Savaş hakkında bilmediği yoktu; devamlı da bahsini ediyordu. Soru sorar, sonra yanıtını dinlerken konuşanın sözünü başka bir soruyla bölerdi. Bilimsel konulara, ilkelere de merak salmış, bunlar hakkında da büyük bir hevesle konuşurdu.
Ben konuşurken araya girdi. Benim de bu ülkenin bir vatandaşı olduğumu söyleyip harekete geçmeye hazır olup olmadığımı sordu.
“Onun için el becerikliliği gerek.” dedim. “Genç olmak gerek. Aylak aylak dolanmanın bir anlamı yok. Bunun tek yolu vahşetten geçer. Savaştayız ne de olsa.”
Fonso ise buna gerek olmadığını söyledi. Faşistlerin ödü kopuyormuş. Savaşı kaybettiklerini biliyorlarmış. İnsanları artık silahlandırmıyorlarmış bile. Kaçıp kalabalığın içinde kaybolmak, “Buyurun, siz devralabilirsiniz artık.” demek için fırsat kolluyorlarmış. Devrilmeye hazır bir iskambil kulesi gibilermiş âdeta.
“Öyle mi dersin? Böyle giderse her şeylerini kaybedecekler. Ölene kadar mücadele etmeye hazırlardır.”
Diğer adamlar, kadınlar ve Cate’in ninesi bizi dinliyordu.
“Rezil olduklarını söylüyorsa öylelerdir.” diyerek itiraz etti bizi konuk eden kadın. “Doğrusunu bilir o. İnan sen ona!”
Le Fontane meyhanesindeki herkes benim öğretmen ve bilim insanı olduğumu bilirdi. Bana büyük saygı gösterirlerdi. Zaman zaman Cate bile karşımda uysallaşırdı.
“Bu hükûmetin de elbet sonu gelecek.” dedi ihtiyar adam.
“İşte tam da bu yüzden gelmiyor aslında. Herkes sonunun geldiğini söylüyor ama kimse harekete geçmiyor.”
Herkes sessizlik içinde bana baktı.
“Ancak ölüm paklar onları.” dedim. “Sonra dizginleri ele geçirebiliriz. Savaşa buradan, evimizden devam edebiliriz. Artık kimse ikna edemez onları. Adam olmazlar. Hareket etmeye cüret ederlerse onları patlamaya hazır bir bombanın beklediğini bilirlerse susarlar ancak.”
Fonso iç çekip lafımı bölmeye hazırlanıyordu.
“Sen yapar mıydın peki?” diye sordu Cate.
“Hayır.” dedim. “Hiçbirimiz yapamazdık.”
Cate’in ihtiyar ninesi bize sitem dolu gözlerle bakıyordu. “Sizler…” dedi. “Bunların nelere mal olduğunu bilemezsiniz. Böyle vicdanınıza ağırlık yapmanın kimseye faydası yok. Bu insanlar da elbet bir gün ölecek.”
Bunun üstüne Fonso ona insanların nasıl orduya çağrıldığını anlattı.
Artık her akşam Le Fontane meyhanesine gidiyor, diğerleriyle birlikte radyoyu dinliyordum. Benim yaşlı ev sahibeleri Londra’ya gitmeme izin vermiyordu. “Yasak.” dedi Elvira. “Yoldan duyarlar seni.” Hava saldırıları sırasında ormanda dolanmamdan da şikâyetçilerdi. Torino’da yine korkunç bir saldırı olmuştu. Ertesi gün ikisi meyve bahçesinde bir bomba parçası bulmuşlardı. Çapanın ucu kadar keskin ve ağır görünüyordu. Beni yanlarına çağırıp bu parçayı gösterdiler. Kendimi tehlikeye atmamam için yalvardılar. Ben de yol üstünde birçok han olduğunu, gerek kalırsa oralara sığınabileceğimi söyledim.
Le Fontane meyhanesine bu defa gündüz gidiyordum; yeni bir maceraya atılıyormuş gibi bir hiş oluşturdu bu bende. Yokuşu tırmanıp bir zamanlar taş döşenmiş olan ıssız yola çıktım. Zirveden birkaç adım uzaktaydım. Çevremde hep ağaçlı yokuşlar vardı. Yolun arabalar, yürüyenler ve bisiklet sürenlerle dolu olduğu zamanlar geldi aklıma. Şimdi yürüyen bir kişi görmek bile zordu.
Meyve ya da içecek bir şeyler alabilmek umuduyla bahçede oyalandım. Yaşlı kadın bana kahve, şeker ve bir bardak su ikram etti. Para ödemek için bahanem olsun diye şarap siparişi verdim. Oraya o saatte Cate’i görmek için gitmemiştim hatta özellikle görmeyi amaçladığım kimse yoktu. Cate de tesadüfen orada olsaydı işten işe koşturuşunu izler, ona Torino’da neler konuşulduğunu sorardım. Genelde oralarda dolanmamın asıl nedeni ormana yakın olduğumda ve içine girdiğimde hissettiğim o zevkti. O tanıdık masa, alıştığım o yüzlerin arasında, temmuzun acımasız ve sonu gelmeyen o sıcak güneşinin altında uzatılan izin günlerimi geçirmekten büyük mutluluk duyuyordum. Bir keresinde Cate pencereye çıkıp, “Sen miydin gelen?” dedi ama aşağı bile inmemişti.
Oğlu Dino’nun ise bahçede ve evin arkasında olmadığı zaman yoktu. Okullar kapanınca ona ninesi bakmaya