Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго
ruhun içerisinde gördüğü karanlık mağaralardan bakışlarını hemen başka bir yöne çevirir; cehennemin kapılarındaki Dante gibi yine de Tanrı’nın parmağının sahip olduğu ilahi adalet sözcüğünü, alnında yazılı olan bir damla umudu, bu varoluşun bedeni bir hamlede silerdi.
Ruhunu tam anlamıyla çözümlemeye çalıştığımız Jean Valjean’ı biz, okuyanlara yeterince açıkça anlatabildik mi, bilemiyoruz. Acaba Jean Valjean, bütün bu yaşanmışlıkların ve oluşumlarının ardından, ahlaki sefaletini oluşturan tüm unsurları açıkça algılayabilmiş miydi? Oluşum sürecinde neler yaşadığını tüm gerçekliğiyle görebilmiş miydi? Bu kaba ve eğitimsiz adam, uzun yıllar boyunca ruhunun iç ufkunu oluşturan kasvetli yönlere kademeli olarak tırmandığı ve indiği fikirlerin ardışıklığının tamamen net bir algısını; bu ümitsiz, karanlık, manen çökmüş durumunu kendisine açıklayabiliyor muydu? İçinde olup bitenlerin ve orada işleyen her şeyin bilincinde miydi? Jean Valjean’da, yaşadığı onca talihsizlikten sonra bile orada hâlâ çok fazla belirsizliğin kalmasına engel olamayacak kadar büyük cehalet bulunuyordu. Bazen ne hissettiğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Jean Valjean önceleri kendisinden nefret ediyor olsa da artık tamamen gölgelerin arasında olduğundan, gölgeler yüzünden acı çektiğinden, kesinlikle onu takip eden bu karanlık gölgelerden nefret ediyordu. Kör bir adam ve bir hayalperest gibi el yordamıyla yolunu bulmaya çalışarak bu gölgelerle birlikte yaşamayı alışkanlık hâline getiriyordu. Artık yaşama zevkini tamamen kaybetmişti, içinde baş edemediği büyük gazap ve ızdırap sürekli kötülük yapmasını istiyordu. Önü korkunç derecede karanlıktı. Arada uzaklarda bir ışık beliriyor, sanki yolunu aydınlatmaya hazırlanıyormuş gibi görünürken bir anda kaybolarak onu tam anlamıyla büyük bir karamsarlığın içine gömüyordu. Gerçekten de artık ne yapması gerektiğini bilmiyordu, zihni karışıyor ve kendi karanlığının içinde kayboluyordu. Acımasız olanın, yani vicdanını tamamen kaybeden birisinin yüreğinde baskın gelen bu tür acıların en büyük özelliği; sonunda o insanı yavaş yavaş, aptalca bir değişimle vahşi bir hayvana hatta belki de korkunç bir canavara dönüştürmesiydi.
Jean Valjean’ın ardışık ve inatçı kaçış girişimleri, yasanın insan ruhu üzerindeki bu garip davranış işleyişini kanıtlamak için tek başına yeterliydi işte. Jean Valjean’ın bu girişimleri ne kadar yararsız ve aptalca olsalar da karşısına ne kadar fırsat çıkarsa çıksın, daha önceki deneyimlerinden sonucunu hiç düşünmeden duygularına yenilerek hayvani içgüdüleriyle hareket etmesine neden olmuştu. Kafesini açık bulan bir kurt gibi aceleyle kaçışı seçmişti. İçgüdüleri ona “Kaç!” diyor, mantığı ise “kalmasını” telkin ediyordu. Ama vahşi düşünceleri ve baskın çıkan kötülük duygusu onu öylesine ayartıyordu ki sonunda mantığı tamamen kaybolmuş, varoluşunda içgüdülerinden başka hiçbir şey kalmamıştı. Canavarlar her zaman tek başına hareket ederdi. Tekrar yakalandığında yaşadığı tüm işkenceler ve acılar, onu sadece daha da vahşi hâle getirmekten başka bir işe yaramıyordu.
Bu noktada anlatmamız gereken çok önemli bir ayrıntı daha vardı. Jean Valjean, bedensel olarak öylesine sağlam bir yapıya sahipti ki hükümlüler arasında hiçbirinin kendisine yaklaşamadığı büyük bir fiziksel gücü vardı. Kaldıramayacağı hiçbir şey yoktu, en ağır yükleri bile taşıyabilirdi. Gücü neredeyse dört iri yarı adama eş değerdi. Hapishanedeki arkadaşları inanılmaz ağırlıkları kaldırabilmesinden dolayı ona “Vinç Jean” lakabını takmışlardı. Bir seferinde Toulon’daki belediye binasının balkonu tamir edildiği sırada, balkonu destekleyen kolonlardan biri gevşemiş ve Valjean o kolonun yerine geçerek işçiler gelene kadar balkonu desteklemişti.
İri ve güçlü olmak, bulunduğu yerde en büyük üstünlüktü. Çünkü mahkûmlar arasında böylesine büyük bir güce sahip olan kişilerin zindandan kaçması çok kolaydı. Bu tür mahkûmlar bedenlerini kuvvetlendirmek için her gün idman yaparlardı. Dikey bir yüzeye tırmanmak ve neredeyse hiçbir iz düşümünde görünmeyen destek noktaları bulmak, Jean Valjean için çocuk oyunuydu. Sırtının ve bacaklarının gerginliği sayesinde, dirsek ve topuklarıyla pürüzsüz taşın üzerinde duvara belli bir açı vererek sanki sihirli bir şekilde üçüncü kata kadar yükselebilirdi. Hatta bazen hapishanenin çatısına bile bu şekilde ulaşabiliyordu.
Çok konuşkan biri değildi, çok nadiren gülerdi. Yılda bir veya iki kez, o mahkûmun bir iblisin kahkahasının yankısı gibi olan o hüzünlü kahkahasını kendisinden koparmak için aşırı bir duygu yüklemesi gerekiyordu. Sürekli olarak düşüncelere dalar, sanki korkunç bir şeyin sürekli olarak tefekkür edilmesiyle meşgul gibi görünürdü.
Eksik bir doğanın ve ezilmiş bir zekânın sağlıksız algılarına karşı korkunç bir şeyin üzerinde durduğunun, kafası karışmış bir şekilde bilincindeydi. İçinde süründüğü o karanlık ve solgun gölgede, boynunu her çevirdiğinde ve bakışını kaldırmaya çalıştığında, bir şeyden müthiş derecede korkuyor; dehşet ve öfke karışımı bir duyguya kapılıyordu. Bu duygu onun uykularını kaçırıyor, üzerine kâbus gibi çöküyor ya da tepesinde yükseliyordu. Ana hatları gözünden kaçan ve onu dehşete düşüren şey, uygarlık dediğimiz o harikulade piramitten başka bir şey değildi. Yasalar, ön yargılar, insanlar ve eylemler; tüm bunların üzerinde onu, insanlara karşı büyük bir haksızlık olarak görüyordu. Onu kaynayan ve biçimsiz bir yığının içinde, kimi zaman yakınında kimi zaman çok uzaklarda, bazen erişemeyeceği sofralarda, canlı biçimde aydınlatılmış bir grubun içinde, tek bir ayrıntı olarak görüyordu. Bu tür konuları öylesine çok düşünüyordu ki düşünceler onu büsbütün eziyor, hayal ile gerçek arasında bir yere sürükleniyordu. Olası tüm talihsizliklerin dibine düşmüş ruhlar, artık kimsenin bakmadığı o arafların en diplerinde kaybolmuş mutsuz insanlar, yasanın azarladığı bu insan toplumunun tüm ağırlığını üzerlerinde hissederlerdi. İşte o da bu insan toplumunun tüm ağırlığını çok ürkütücü biçimde üzerinde hissediyordu. Bu durumlarda Jean Valjean, etrafındaki her şeyi unutarak sadece düşüncelere dalıyordu. Değirmen taşının altındaki darı tanesinin düşünceleri olsaydı, kuşkusuz Jean Valjean’ın düşündüğüyle aynı şeyi düşünürdü.
Tüm bu yaşadıklarının sonunda hayaletlerle dolu gerçekler, gerçeklerle dolu hayaller neredeyse tarif edilemez bir tür içsel durum yaratmıştı. Zaman zaman mahkûm olduğu fikrinden tamamen uzaklaşır, etrafındaki her şeyi unutarak düşüncelere dalardı. Aynı anda hem eskisinden daha olgun hem de sıkıntılı olan mantığına isyan ettiği zamanlar da olurdu. Başına gelen her şey ona saçma geliyordu, onu çevreleyen her şey ise imkânsız görünüyordu. Kendi kendine bunun bir rüya olabileceğini söylüyordu. Ondan birkaç adım uzaktaki gardiyanlara baktığında onları sanki bir hayaletmiş gibi tasvir ediyordu. Sanki o hayaletler, kendisine gelmesi için sopasıyla dürterek onu uyandırıyordu.
Görünür anlamdaki gerçek doğanın varlığı, onun açısından sanki yok gibiydi. Jean Valjean açısından ne güneş ne güzel yaz günleri ne parlak gökyüzü ne de taze nisan sabahları sanki yokmuş gibiydi. Onun ruhunu aydınlatabilmek için gerekli olan temiz havayı nereden bulduğunu gerçekten bilmiyordum.
Sonuç olarak durumu özetlememiz gerekirse az önce özet hâlinde bahsettiğimiz ve kimi zaman olumlu sonuçlara sebebiyet verebilecek şeyler; Toulon’un heybetli mahkûmu, Faverolles’ün zararsız ağaç budayıcısı Jean Valjean’ın on dokuz yıl boyunca, zindanlarda kendisini farklı açılardan şekillendirmesine neden olmuş, böylece iki tür kötü eyleme muktedir hâle gelmişti. İlk olarak, maruz kaldığı kötülüğe karşı misilleme niteliğinde sergilediği plansız, atılgan, tamamen içgüdüsel kötülük benliğini sarmış; ikinci olarak ise yaşamış olduğu tüm bu talihsizliklerin sonunda bilinçli olarak tartışılan ve önceden tasarlanmış kötücül