Yalan. Yücel Tahsin
Aksu, o günün akşamı, kolejin bahçesinde, yaşlı bir çamın dibinde, Yunus’un kendisine kekemelik konusunda kekelemesini büsbütün abartarak anlattıklarını hem apaçık, tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı, hem benzersiz bir ezgi gibi dinledi, her zaman da öyle anımsadı. Öyle ki, yıllardan sonra bile, biraz kendini zorlasa, sözcüğü sözcüğüne yineleyebilirdi hepsini. “İnan bana, kekeme kesik kesik konuşur, sözcükleri parçalar durur, ama konuşması insanların ilk dilinden, insanların tıpkı kuşların dili gibi kesintisiz dilinden bir şeyler saklar, en azından onun özlemini taşır,” demişti. Ona göre, hecelerin ve sözcüklerin arasındaki sessizlikler hiçbir zaman boş değildi, belki bir ölçüde sözcüklere koşut olan, ama onlarla örtüşmeyen, onları aşan anlamlarla doluydu, yani sözcüklerin arasına dolan sessizlikler sözcüklerin söylediğinin çok daha fazlasını söylerdi, yani, dinlemesini bilenler için, kekemelik çok seslilik ya da çok boyutluluktu, dilin yoksullaştırıcılığını aşma çabasıydı. “Anlam hep aralıklardadır,” diye bitirmişti.
Bu noktaya geldikten sonra, durması söz konusu olamazdı artık. Durmadı da; tam tersine, kaptırdıkça kaptırdı bu işe kendini, bir görünge oyunuyla, varsayımlar arasına bir varsayım daha sokuşturmakla kalmıyor da tarihi baştan düzenliyormuş, daha da iyisi, dünyayı yeni baştan kuruyormuş gibi coşkuluydu. İşin ilginç yanı, bu konudan söz ederken daha az kekeliyormuş, hatta, kendini iyice kaptırdığı anlarda, bayağı akıcı konuşuyormuş gibi geldi ona. Biraz da bu nedenle, hem sesini büsbütün yükseltti, hem de varsayımını evrenin tüm canlılarını kapsayacak biçimde genişletti. Yusuf bir gün kuramından hiç kuşku duyup duymadığını sorunca da “Üzerinde durmuyorum,” diye yanıtladı. “Doğruyu söylemesek de sırf herkesin söylediğinin dışında kalan bir şey söylemekle bile boyun eğmediğimizi göstermiş oluyoruz: seninle ben boyun eğenlerden en az bir parmak daha yukarıdayız.”
Böylece, bahçenin kocaman ağaçlarının gölgesinde ya da kitaplığın rahat bir köşesinde, hemen her zaman Yusuf’a, arada bir de çevresinde toplanmış dört beş okul arkadaşına, evrenin tüm canlılarının, bu arada insanların, daha ilk ortaya çıktıkları günden başlamak üzere, kendilerine özgü bir sesleri, kendilerine özgü bir söyleme, bir kendini anlatma biçimleri, en kestirme deyimiyle, bir ötüşleri bulunduğunu anlattığı görülüyordu.
“Nasıl herkesin kendi sesi varsa, tıpkı öyle,” diyordu. “Her hayvanın, her böceğin kendi ötüşü, yani, sizin anlayacağınız, kendi dili var. Tüm hayvanlar da birbirlerinin, en azından türdeşlerinin dilini anlar. Ama insanlar böyle mi? Örneğin Türkiye’den çıkıp Yunanistan’a ya da Bulgaristan’a geçtiler mi birer dilsiz oluverirler, Andersen’in kuşları bile bilir bunu. İnsan dili evrensel değil, çünkü yapay. Oysa hayvanların her türünün kendi dili var, her yerde anlaşıyorlar, çünkü dilleri doğal.”
“İyi de hayvanların dili olduğunu nerden biliyorsun?” diye soruyorlardı.
“Bilmiyorum, seziyorum; ama, öyle seziyorum ki hiçbir bilgi böylesine inandırıcı olamaz,” diye yanıtlıyordu. “Bunca yaratık, at, eşek, inek, domuz, kaz, tavuk, kanarya, yılan, börtü böcek içinde, yalnız insan yitirmiş dilini, hem de bu dünyanın konuşan tek yaratığı olacağım diye yitirmiş. İşin korkunçluğunu düşünebiliyor musunuz?”
“Ama diller değişiyor, gelişiyor, kimi zaman da ölüyor!”
“Bu da onların zayıflığını ve yapaylığını gösterir. Bülbülün ötüşü değişiyor mu?”
“Ama ben inanmıyorum, buna ne diyorsun?” diyordu biri.
Yunus ünlü kahkahalarından birini daha koparıyordu.
“Ne diyeyim? Sen salağın tekisin! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlıyordu.
Çocuklar, belki elli kez, Yusuf’a dönüp onun düşüncesini sordular. O Yunus’un kuramının doğruluğundan bir an bile kuşku duymamıştı.
“Yunus yüzde yüz doğruyu söylüyor,” diye kesip attı her seferinde.
“Bu hıyar hep Kuşların Oğlu’na hak verir,” dedi biri.
Bu sözle herkesin düşüncesini dile getirdiği söylenebilirdi: Yunus’a bir Yusuf gerçekten inanmaktaydı onlara göre; buna karşılık, tıpkı kendileri gibi, arada bir bu ilginç kuramların çekimine kapılarak inanır gibi olsa bile, Yunus gibi akıllı bir çocuğun kendi uydurduğu bu aykırı masallara inanması olanaksızdı. Yusuf çok kızıyordu bu tür gözlemlere, dostunun, ansiklopedilerden söz ederken, “En iyisi dağıtmaktır!” demesine bir anlam veremediği gibi, sürekli olarak gerçeği değiştirmeye, her şeyi oyuna dönüştürmeye yöneldiğini, yaşamı bir ansiklopedi gibi “dağıtmaya” çalıştığını düşünemiyor, onun her söylediğini tartışılmaz bir gerçeğin anlatımı olarak algılıyordu. Biraz yakından bakanlar rahatlıkla sezebilirlerdi bunu. Bir gün, derste, bilgiç tarih öğretmenine kuramını özetleyip görüşünü sordukları zaman da gösterdi bunu. Tarihçi, anlatılanları horgörüyle dinledikten sonra, tiksinmiş gibi, “Salaklık bunlar!” deyip de öğrenciler Yunus’a dönerek “Peki, buna ne diyorsun?” diye sordukları zaman, umursamazlıkla gülümsedi, “Bi… bi… bir şey demiyorum, gerçeği söylüyor! Benim bunda bir suçum yok!” diye yanıtlaması, dersten sonra, başına toplanarak “Gördün mü, sen de gerçeğe boyun eğdin işte!” diye alaya başladıkları zaman da horgörüyle yüzünü buruşturup “Gerçek böyle hıyarların yalanlarının son dönüşümüdür!” diyerek önündeki japonca dilbilgisine dalması da bunu gösterirdi.
Böylece, bu kendine özgü dağıtma taşkınlığı içinde, her sözün altından kalktığı gibi, her zaman yeni açıklamalar, yeni örnekler, yeni karşılaştırmalar buldu, kendisine karşı çıkanlara gözlerini ve kulaklarını açmalarını salık verdi örneğin: sıcak yaz günleri, iyice kulak verilirse, her cırcırböceğinin ayrı öttüğü, akşamları, kumruların her birinin eşini bir başka sesle çağırdığı duyulurdu; hiç kuşkusuz, insanlar da böyleydi bir zamanlar, birbirlerini anlarlardı, üstelik, hem daha çabuk, hem daha kolay anlarlardı; sonra, başka yaratıklar bu gereği duymazken, kendilerinin de buna hiç gereksinimi yokken, şu hep en kolayı arama hastalıkları yüzünden, tekilin yerini çoğula, bireyin yerini topluma, özgünün yerini genele, derinin yerini yüzeysele verdikçe, yazıyı bulmuşlar, bununla da yetinmeyerek bildirişimin yerine bildirişimin öykünüsünü egemen kılmak pahasına, dili uydurmuş, doğadan ve doğallıktan kopmuşlardı. Dil tarihöncesi insanının ötüşünü hiçbir zaman veremezdi, değil vermek, onu tasarlayabilmemiz için bir ipucu sağlaması bile çok zordu.
Yunus Aksu, varsayımının burasında, kuşlarla kekemeler arasındaki koşutluğu daha da geliştirdi: kekemelik bir sakatlık değildi, bir kusur bile değildi, tam tersine, insanların yazıya öykünülerek oluşturulmuş yapay dili karşısında içgüdüsel bir direnmenin iziydi, kaynağından kopmuş bir iz de değildi, bilinçsiz bir biçimde bile olsa, kaynağa dönme çabasının sürdürülmesiydi, dolayısıyla, ne kadar çelişkin görünürse görünsün, insan ötüşüne en yakın konuşma biçimiydi. İnsanlar gerçek dilin kökenlerine ulaşmak istiyorlarsa, işe kekemeliği incelemekle başlamaları gerekirdi. Bu varsayımı ortaya atmasından birkaç gün sonra, arkadaşlarından biri, hem de kuramlarıyla en çok dalga geçeni, dilbilimcilerin daha az çaba ilkesi diye bir ilkeden söz ettiklerini, kekemeliğinse, konuşma çabasını birkaç katına çıkardığını söyleyerek kendisini alaya almaya kalktı. Ama o ünlü kahkahalarından birini daha kopardı.
“Biliyorum, biliyorum,” dedi. “Dilbilimciler olayı açıklarlar da nedeninden hiç söz etmezler: daha az çaba ilkesi insanların içinden hâlâ silinmemiş olan kökene, yani doğala dönme özleminin belirtisidir.”
“Ya