Yalan. Yücel Tahsin
hatta, kim bilir, belki dünyanın tüm dillerini anadili gibi bilip de yeni öğreniyormuş gibi davranan, insanüstü bir yaratık karşısında bulunduğunu düşünmekten kendini alamadı.
O dönemde iki dostun sınıf arkadaşlarının hemen hepsi “Yunus’la Yusuf birbirine hiç benzemez: biri kekeler, biri kekelemez!” deyip gülerlerdi. Ama aralarındaki gerçek ayrımı çok iyi bilirlerdi. Ne de olsa, Yusuf’u hep ağzı açık, yüzünde silinmez bir gülümseme, gözlerini Yunus’un ağzına ya da gözlerine dikmiş görüyorlardı, son günlerde ona eskisinden de büyük bir hayranlıkla bağlandığı açıkça belli oluyordu: sınıfta, bahçede, yemekhanede, yatakhanede, her yerde, yürürken, ayakta dikilirken, otururken, her zaman, her durumda. Hepsi de, Yunus’un bu sınıfa adımını attığı andan sonra, sessiz sınıf arkadaşlarının tümden değiştiğini, başsız sonsuz bir şaşkınlık, bir hayranlık, bir mutluluk içinde yaşadığını biliyor, gözlerinin önünde doğup gelişmiş olan bu dostluğa çoktan alışmış olmaları gerekirken, zaman zaman, Yusuf’un Yunus’u dikkatle dinlediğini gördükçe, kendinden daha küçük bir gezegen çevresinde dönen koca bir uydu görmüş gibi şaşırıyorlardı. Ancak, bir kez daha, bunu çok da aykırı buldukları söylenemezdi. Şimdi, her konuda söylenecek bir sözü bulunduğunu, her konudan kahkahalarla gülünecek bir şeyler çıkardığını iyice anladıktan sonra, arada bir, özellikle de karşılıklı kahkahalarının ardından, birer ikişer yanlarına yaklaşıp “Gene neyin dalgasını geçiyorsunuz?” diye soruyor, böyle durumlarda daha çok kekelemesine karşın, Yunus’un cömertçe baştan aldığı öyküyü soluklarını kekelemenin dalgasına uydurarak dinlemeye başlıyorlardı. Yunus, onlarla konuşurken, elleriyle, bakışlarıyla öyküsünü bütünlemeye çalışsa bile, söylemini kısa tutma yolunda en ufak bir çaba harcamadığından, ilk günlerde olduğu gibi o sıralarda da sonuna dek dayanabildikleri enderdi: öykü fazla uzadığı ya da kendi düzeylerini aştığı zaman, karnına yalandan bir yumruk atıyor, “Ulan, Yuyunus, sen ölüyü bile güldürürsün! Şu kekemeliğin olmasa, bayağı kıyak bir herif olacaktın!” diyerek yanlarından uzaklaşıyorlardı. Yunus, gözlerinde belli belirsiz bir hüzün, bir süre arkalarından bakıyor, “Orospu çocukları!” diye söylenerek ünlü kahkahasını koyveriyor, arkasından da, şaşmaz bir yankı gibi, Yusuf’un kahkahası patlıyordu. Çocuklardan biri, şimdi iki arkadaşın ikide bir hiç kimsenin üzerinde durmadığı, yalnız adını bildiği birtakım diller üzerinde çalıştıklarını görünce, böyle bir sürü dil öğrenmeye kekemeliğin verdiği aşağılık duygusuyla giriştiğini düşündü, bunu yüzüne karşı söylemekten de çekinmedi. Yusuf oğlanın üstüne atlamamak için kendini zor tuttu. Yunus’sa, güldü yalnızca, “Be… be… belki,” demekle yetindi. Bir başkası, “Ne diye öğreniyorsun bu dilleri, anlamıyorum, konuşamadıktan sonra!” diye araya girince, Yusuf artık dayanamadı, yaşamında ilk kez, kavga etmek üzere, bir insanın üzerine yürüdü, ama Yunus ona da güldü.
Görünüşe bakılırsa, insanların bu türlü tepkilerine çoktan alışmış, buna herkesten önce kendisi gülmeyi daha bu okula gelmeden öğrenmişti. Gene de, öyle anlaşılıyordu ki, kekemeliğinin bir eksiklik, daha da kötüsü bir sakatlık gibi görülmesini içine sindiremiyor, zaman zaman, bunun tam tersine bir üstünlük, bir özgünlük olduğunu düşlüyor, belki her şeyi ötekilerden daha iyi bilişine, bu arada Yusuf’un hayranlığına bakarak doğanın kekemelikle açtığı boşluğu başka şeylerle, örneğin sezgi ve usla kapattığını, bunun sonucu olarak da kendi koşulunun başka birçoklarınınkinden daha iyi olması gerektiğini düşünmeye yöneliyor, uykusuz gecelerinde, uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken, yavaş yavaş bir saplantıya dönüşmeye başlayan değişmez düşünü doğrulayacak kanıtlar arıyor, sonunda bu kanıtları bulacağını da umuyordu. Nasıl bulacağına gelince, kesinlikle bilmiyordu. Yusuf’a da söz etti bundan, o da hiç duralamadan benimsedi varsayımı, ne olursa olsun, düzgün konuşmanın bir üstünlük olmadığını söyledi. Sık sık döndüler bu konuya. Bu konuşmaların etkisiyle olacak, Yunus’un kolejdeki ikinci yılının ilk tarih dersinde, her sözünü özgün ve tartışılmaz bir gerçek gibi söyleyen, bilgiç tarih öğretmeni, binyıllar arasında konudan konuya atlarken, birden dilin ve yazının kökenleri konusuna gelip de insanların çağımızdan en az yüz bin yıl önce konuşmaya başladıklarını, çağımızdan elli bin yıl önce, yani konuşmaya başlamalarından elli bin yıl sonra da yazıyı bulduklarını söyledikten sonra, insanlığın dilsizlikten dile, yazısızlıktan yazıya geçmeleri kendi kişisel başarısı ya da üç kıtada at oynatmış atalarımızın sayısız utkularından biriymiş gibi, ballandıra ballandıra anlatmaya, yazının resim kökenli olduğunu kanıtlamaya yönelen örnekler sıralamaya girişince, Yunus’un tüm bedeninde bir tuhaf titremedir başladı, sonra birden yerinden fırladı, bayağı sinirli bir sesle, “Ha… ha… hayır, ya… ya… yanlış! Ben buna inanmıyorum!” dedi, ama nicedir bir uyurgezer gibi aradığı kapının önüne geldiğinin ayrımında değildi.
Öğretmen böyle bir tepkiyle ilk kez karşılaşıyordu, horgörüyle yüzünü buruşturdu.
“Saçmalama! Bunda inanılmayacak ne var?” dedi. “Kitaplar yazıyor! Önce piktogram’lar çıktı, sonra onlardan ideogram’lar, sonra da fonogram’lar, böylece bildiğimiz yazılar doğdu. Şimdi anladın mı?”
Yunus Aksu sol elini yüzüne götürüp bir süre düşündü, sonra göğsüne bastırdı.
“Be… be… benim sorunum anlayamamak değil, ama bu… bu… bunlar varsayım!” diye kekeledi. “Bence dile o saydıklarınızdan gelindi, yani dilden önce yazı vardı.”
Öğretmen azıcık gözünü açıp da baksaydı, Yunus Aksu’nun yüreğinin göğsünü parçalamak istercesine çarptığını yüzünden anlayabilirdi, ancak kekeme öykünüsü yaparak ve söylediklerinin tersini savunarak kendisiyle dalga geçmeye kalkışan bir şakacı karşısında mı, yoksa kafası hiç çalışmayan bir öğrenci karşısında mı bulunduğu konusunda bir karara varamadı, anlattıklarında dayatmayı yeğledi.
“Bırak saçmalamayı! Herkes bilir ki dilin doğuşu yazının bulunuşundan elli bin yıl öncedir!” dedi güvenle. “Mağaralarda bunca yazı var.”
Yunus ünlü kahkahalarından birini daha attı o zaman.
“Mağaralardaki yazılar neyi kanıtlar? Kulaklarımızı kayalara dayasak, sesleri de duyar mıyız diyorsunuz?” dedi. “Herhalde ilkel toplulukların tarih öncesinden beri hep aynı ilkel topluluklar olarak kaldıklarını da düşünmüyorsunuz. Hayır. Yazı var, dil yok! Kimse de çetele tutmadı. Bence dil yazıdan çıktı, yazı dilden değil! Birinin doğduğunu, ötekinin bulunduğunu söylemeniz de bunu gösteriyor.” Bir an durup düşündü, sonra anlatılmaz bir biçimde gülümsedi. “Her şey işte o zaman bozuldu!” diye ekledi.
“Oğlum, hiç duymadın mı sen, önce söz vardı,” dedi öğretmen. “Hristiyanların kutsal kitapları bunu böyle söyler.”
Yunus Aksu tarih öğretmeninin yüzüne acır gibi baktı, ama acımadı.
“Be… be… bence yalan,” dedi. “Öyle olsa, başlangıçta insanın da olması ve bülbül gibi konuşması gerekirdi. Başlangıçta, yani bundan yüz bin yıl önce değil, çok daha önce.”
Tarih öğretmeni kürsüye bir yumruk indirdi o zaman.
“Tüm tarih ve dilbilim kitapları böyle yazar!” dedi.
Yunus gene gülümsedi.
“Hepsini okudunuz mu?” diye sordu.
Tarih öğretmeni bir yumruk daha indirdi kürsüye.
“Çık dışarı!” diye bağırdı. “Hemen çık dışarı!”
“Ama